Ne güzel bir “Dünya Kupası” izliyoruz değil mi? Ne güzel maçlar oluyor.
Hiçbir maçın sonucunu kestiremiyoruz, kimin galip geleceğini bilmiyoruz..
Şampiyonlar zorlanıyor, yeniliyor, beklenmeyen isimler üst sıraya yerleşiyor.
Ülkeler, karşısındaki takımın ismine bakmadan son gücüne kadar mücadele ediyor .
Harika goller, harika futbolcular, mükemmel kurtarışlar izliyoruz.
Sabah ya da akşam, er ya da geç olduğuna aldırmaksızın, aynı saatte tribündeki yerimizi alıyor, aynı saatte ekran başına geçiyor, aynı kanalı açıyor, hakem düdüğüyle birlikte aynı anda maça odaklanıyoruz…
Yok, eğer tribünde yer yoksa, tıpkı Union Berlin Stadı’nda olduğu gibi koltuklarımızı alıp çimlerin üzerine yerleşip birlikte o heyecana ortak oluyoruz…
Hepimiz, Messi ile Maradona’yı kıyaslıyor, İngiliz ve İspanyol futbolunun eskisi kadar iyi olmadığını konuşuyoruz. Hepimiz Kosta Rika’yı, Suarez’i, Van Persie’nin muhteşem uçuşunu, panzerlerin oyununu, Robben’i, Fransızların muhteşem gollerini, herkesin sürpriz olarak gösterdiği Belçika’yı, Neymar’lı Brezilya’nın ne yapacağını konuşuyoruz. Hepimiz, yenilseler de Dünya Kupasında bir takımları olduğu için mutlu olan ve sokaklarda bayram yapan Bosna Hersek’li taraftarları görüyoruz. Takımları galip geldiğinde Şili semalarında yükselen sevinç nidalarını duyuyoruz, Ronaldo’nun yüzüne baktığımızda neler hissettiğini anlıyor, sakatlığına üzülüyoruz.
Kaçan fırsatlara da, atılan gollere de aynı tepkiyi veriyoruz. Meksika dalgasını iyi biliyor, hepimiz uyguluyoruz. Tribünleri ve Brezilya sokaklarını karnaval havasına çeviren, dünyanın bütün renklerini üzerinde taşıyan binlerce insanımızla aynı coşkuyu, aynı heyecanı yaşıyoruz…
Tünelin çıkışında oyuncular gibi büyük bir heyecanla maçı bekliyor, ülke marşlarını birlikte dinliyoruz.
Birbirini tanıyan, birbirini anlayan, aynı dili bilen, aynı dili konuşan, aynı şeyden hoşlanan ve aynı şeyi duymak isteyen ve bunun için, tribündeki yerlerini almış, her saniyesi büyük mücadelelere sahne olan ve “Dünyanın en büyüğü kim olacak?” sorusuna cevap bulmak için, ama bunu daha sonraya bırakarak, şu an sadece yeşil zemindeki futbolun keyfini çıkarmak için toplanmış, uykusuz kalan, ama bundan hiç şikayetçi olmayan, farklı ülkelerde, farklı mesafelerde, farklı koltuklarda oturan kalabalık bir aile gibiyiz…
Faul yapıldığında, yüzde yüzlük gol pozisyonu kaçtığında, 7,32’lik kaleye değil de kaleciye isabet ettirildiğinde, kalenin dibinden topu auta attığında, kendi kalesine gol attığında, şutlar arka arkaya direkten döndüğünde, top çatala gittiğinde, uzak mesafeden sayı olduğunda, muhteşem aldatmalarla birer birer savunmayı geçtiğinde, 90. dakikada gol yenildiğinde, penaltı kaçtığında, hakem penaltıyı vermediğinde ve tabii meşin yuvarlağın ağlarla buluştuğu her anda.. Dünyanın her yerinden, aynı anda, aynı coşkuyla, aynı sevinçle, aynı hayretle , aynı zafer çığlığıyla, aynı sesle katılıyoruz bu kupaya..
420 gramlık bir topun etrafındaki, bu sevinç, hayret, coşku, hüzün, zafer, mağlubiyet, kısaca, futboldaki hayatı anlatan tüm enstantanelerde, yüzbinlerce kilometreden, yüzbinlerce insandan, aynı anda, aynı ses tonunda, aynı uyumda, aynı vurguda yükselen sesleri duyuyoruz..
Dünyanın bütün enstrümanlarının katıldığı, büyük bir orkestradan gelen ses gibi…
Hiçbir maestronun yakalayamayacağı, yakalatamayacağı bir uyumda, yönetemeyeceği bir anda ve uzaklıkta...
Dünya, bugünlerde adeta koca bir tribün değil mi?…Tribünlerden yükselen bu müziği iyi dinleyin, iyi kulak verin.. Bu çok hoş bir müzik.. Maestroya ihtiyaç duymayan, kendi ritmini ve coşkusunu yeşil sahalardaki bu güzelliklerde bulan ve binlerce kilometreden gelen ve duyulan bu müziğin adı; futboldur, futbol…
Bütün bu insanları biraraya getiren futbol… Bütün bu coşkuyu yaratan futbol.. Bütün bu duyguları yaşatan futbol..
Bizde keyfini çıkaralım o zaman… İyi seyirler…