Deplasmanda oynayacağımız Eskişehirspor maçını izlemek için U şeklinde bir yapısı olan Su’dem’e vardığımda, Gençlerbirliği maçının yayınlanacağı televizyonu ayarlamaya çalışıyorlardı. U’nun diğer bacağında ise Fenerbahçe - Bursaspor maçını izlemek için Fenerliler toplanıyorlardı. İlk kez iki farklı maçın verildiği bir ortamda yer alıyordum. İşin en ilginç yanı ise, maçın özellikle vasat bir seyir izlediği dakikalarında, yan taraftan gelen haykırışlar ya da ahlar vahlarla irkilip, kendi maçınızdaki bir pozisyonu kaçırdığınızı düşünüp afallamanızdı.
Kadrolar ekrana yansıdığında, kalede Ferhat’ı, yedeklerde ise Dahlin’i görünce, Saygın ve Gencay’la, birbirimize “ne alaka?” diye bakınsak da, birkaç dakika sonra Dahlin’in maç öncesi antrenmanda rahatsızlandığını ve Ferhat’ın oyuna girdiğini öğrendik. Geçen haftaya göre kaleci dışında Doğa ve Tomic’in yerlerine uzun zamandır oynamayan Gosso ve Özgür’ü ilk 11’de izleyecektik.
Bu sezon neredeyse tüm maçlarda olduğu gibi yine herhangi bir beklentim yoktu. Zaten takımın başında geldiği 9. haftadan bu yana, 3. kez 3’te 3 yapan ve (maalesef ve maalesef) yönetimin tek amacı olan, kümede kalmayı büyük ölçüde garantileyen Mehmet Özdilek, kadro yapısı nedeniyle, alternatifsiz ve tam anlamıyla bir türlü takım olamayan Gençlerbirliği ile zoru başarmıştı.
Fakat maçın başından itibaren son vuruşlarda etkili olamasak da, Jimmy ve Tosic’in hazırladığı pozisyonlarda Zec ve Stanku ile pozisyona giriyorduk. İlk yarının son çeyreğinde ise, Eskişehirspor daha baskın oynuyor ve önemli pozisyonlar harcıyordu.
Devre arasında Cengiz Abi, Selma Abla ile Gaziantep deplasmanına gidelim muhabbeti yapıyor, Gençlerbirliği Hentbol takımından Özgür ve eşi ile muhabbet edip, ufaklıkları Pia’nın (Zazacada beraber) özellikle tombul yanaklarını mıncıklayıp, yürüme çabalarını takip ediyordum.
İkinci yarı her iki takım için de vasat başlasa da, maçın 63. dakikasında Stanku’nun ceza alanının çaprazında aldığı topu saklayıp ardından Ermin’e çıkarttığı an, birçok Gençlerli gibi ben de umutsuzdum. Zira Ermin geldiği ilk sezonun kısa bir süresi dışında bir türlü beklentilerimizi karşılamamıştı. Ama Bosnalı, 10 hafta önce Beşiktaş maçında olduğu gibi nefis bir vuruşla Boffin’i avlayıp, “goool!” diye bağırmamızı sağladı!
Sonrasında, geri çekilen Alkaralar ve sağlı sollu saldıran EsEs’i izlemeye başladık. O ana kadar kendisine çok az iş düşen ve açıkçası pek de güven vermeyen Ferhat’ın 3 güzel kurtarışını izleyip “helal olsun!” dedik.
Bir ara dengeyi sağlayıp topu ileriye taşısak da, bu ancak birkaç dakika sürdü ve akabinde bir kere daha baskı yemeye başladık. Bu arada Saygın bana dönüp, “mali, bir şeyler anlat yoksa zaman geçmiyor” dedi. Güldük. Ama gerçekten de zaman geçmiyordu. Ha yedik, ha yiyeceğiz derken maç 1-0 galibiyetimizle sona erdi ve biz de klasik taraftarlar olarak, “4. olur muyuz? Avrupa’ya gider miyiz? Mehmet Özdilek bu takımla bu serileri yakalıyorsa, sezon sonu yapılacak takviyelerle gelecek sezon…“ diye hülyalara dalmaya başladık.
Ben de kısa bir süre bu hayallerde gezindikten sonra, yönetimimizin 2005’den bugüne kadar sergilediği eşsiz(!) performans aklıma geldi ve “hayırlısı!” diyerek uzaklaştım…