Bundan bir zaman önce, Birgün gazetesinde ‘Cemal Azmi Aydın’ başlıklı bir yazım yayımlandı. Yazıda, 12 senedir başkanlık koltuğunda oturan Cemal Aydın’ın başarısız olduğunu, taraftarın sabrının taştığını, göstermelik kongrelerle bu işin yürümeyeceğini yazmıştım. Görevde bulunduğu süre zarfında, otuza yakın teknik adamla çalıştığını, kulüpten gelip geçen futbolcu sayısını saymanın mümkün olmadığını, kulübün kasasının bağımsız şirketlerce denetlenmediğini, taraftarın kendi kulübüne üye olamadığını, mazisi yüz yıla yaklaşan asırlık çınarın işbilmez ellerde yıkılmak üzere olduğunu yazmıştm. Bir yaz yağmuru kadar kısa süren Ersun Yanal dönemi hariç, Başkent’in köklü kulübünün her sezon küme düşmeme kavgasında yaşadıklarını, uçurumun kenarına bu kadar yaklaşmanın sonucunun uçurumun dibini boylamak olacağını yazmıştım.
Bir zamanlar tıka basa dolu tribünler önünde oynayan Başkent’in sarı laciverdinin, her sezon sayısız futbolcunun ‘geçerken uğradığı’, elden çıkardığı futbolcuların başka takımları sırtlarken, Ankaragücü’nün üçüncü sınıf yabancı futbolcuların sığınağı haline geldigi, kulübün ‘iş ve işçi bulma kurumu’ olarak anıldığı, kasasının bağımsız denetimlerden uzak yönetildigi, çoklarına göre aslında hiç yönetilmediği, bölünmüş, yıpranmış, küçülmüş bir gayya kuyusu haline geldigini anlatmıştım.
Bir kulüp başkanının, başka bir kulübe üye olmasının asla etik olmadığını, başarısız başkanların, yönetimlerin görevde kalmaması gerektiğini, hasta adam görüntüsündeki kulübün giderek komaya girmekte olduğunu, bu işin sonunda birilerinin yaşam destek ünitesinin fişini çekmek zorunda kalacağını vs vs…
Bunca İstanbul gürültüsünde, Ankaragücünde olup bitenin çoklarının umrunda olmadığının farkındayım. Tüm ülke futbolunu üç takımdan ibaret sayan adaletsiz bir düzende, diğerlerinin sesinin duyulmasının güçlüğünü de bilirim. Eğer Ankara’nın sarı laciverdinde yaşananlar, üç İstanbullu’dan birinde yaşanmış olsa, tüm spor medyasının meseleyi didik didik edeceğini, televizyon kanallarında ‘perişan gidişatın’ saatlerce konuşulup tartışılacağını, ve hatta yangını söndürmek için Başbakanın bile devreye gireceğini bilecek kadar deneyimliyim.
Ama konu Ankaragücü olunca, yazdıklarımın, şişeye konulup açık denize bırakılan bir yardım çağrısı gibi olduğu gerçeğinin de farkındayım Bir gün birilerinin o şişeyi bulup, içinde yazılanları okuyacağı umudunu hiç yitirmedim. İşte o umutla, yeniden yazıyorum, Cemal Azmi Aydın vakasını.
Çocukluk yıllarımda beni elimden tutup ilk maçıma götüren, futbol denilen güzelim oyuna ve renklere sevdalanmama vesile olanlar için, artık aramızda olmayan gerçek Ankaragüçlüler adına yazıyorum. Bir zamanlar esmiş, gürlemiş bir takıma ev sahipliği yapmış, her maçında tribünlerini tıka basa dolduran eski Ankara sevdalıları adına yazıyorum. Bir zamanlar o takımın forması içinde, futbol tarihimize isimlerini ‘Ankaragüçlü’ olarak yazdırmışlar adına.
Ertan, Aydın, Erman, Baskın, Köksal, Müjdat, Aliosman ve diğerleri…
Kendi şehrini tribünlerden sevmişler adına yazıyorum.
Amigo Sefa, Turşucu Hurşit, Köfteci Ferit, İsmail Amca, Gökçe, Tarık, Metin …
Eskimiş albüm yapraklarında, sararmış solmuş siyah beyaz fotoğraflarda kalmış sevdamızın şehri, stadımız, o eski takımımız adına yazıyorum...
***
Geçenlerde, üst üste yaşanan hayal kırıklıklarından sonra, kulübün tesislerinin haberi geldi. Tesislere giren kimliği belirlenemeyen kişiler, başkanlık binasının camlarını taşlarla kırmışlar, bunun üzerine kulüpte bulunan yönetici Atilla Bedri silahla havaya ateş açmıştı. Bunun üzerine taraftarlar sırra kadem basmışlardı.
Madalyonun diğer yüzünde, bir futbol kulübünün yöneticisinin silahlı dolaşması meselesi vardı ki, herhalde bu durum ancak bizim topraklarda gerçek olurdu. Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını sevmekle birlikte, yöneticinin de silahlı olanı makbuldü. Herhalde kulübe girmiş olan taraftar da silahlı olsaydı, ‘Kurtlar Vadisi’ tadında haberler düşerdi gazetelerin spor sayfalarına. Ok yaydan çıkmıştı bir kere, görünen köyün kılavuz istemediği gibi, freni patlamış kamyon görüntüsündeki kulübün tehlikeli görüntüsü de ortadaydı.
***
Daha önce de yazmıştım, bir takıma başkan olmak için, en önce aranan şartın ‘sevda’ olması gerektiğini. Takımların sevdalı ellerde yükseleceğini, başkan dediğinin, sevdası ile gurur duyması gerektiğini, o sevdanın onu eğilmeden taşıyana yakışacağını…
Adınızı taraftarın gönlüne kazımadıktan sonra, takımın tesislerinin üzerine, isminizi neon ışıklı büyük harflerle yazdırmanın nafile olduğunu, günü geldiği zaman sizinle beraber silinip gidecegini.
Sizden geriye kalacak olanın sadece yaptıklarınız ve yapmadıklarınız olacağını.
Tarihin en büyük yargıç olduğunu…
Daha önce de yazmıştım,
takımların, başkanlardan çok daha uzun süreceğini, istifa etmenin de erdem olduğunu...