Sivasspor maçının mağlubiyetini tescil eden ikinci golden sonra dudaklarımdan çıkan tek bir kelime vardı: "Bitti". Konu tahammül olduğunda adı pek de hürmetle anılmayacak İlhan Cavcav'ın bu nicel felaket karşısında kayıtsız kalması kolay değildi. Ancak, benim gibi Metin Diyadin'i bu başarısızlığın baş aktörlerinden biri addetmeyenleri üzen bir karar çıkmadı ve ayrılık kararı duyulmadı. Tüm bu bağlam çerçevesinde de Kasımpaşa karşılaşması mutlaka ve mutlaka kazanılması gereken bir mücadele haline dönüştü.
Maça, Akhisar Belediyespor mücadelesini anımsatır bir şekilde, müthiş arzulu ve etkili başladık. Topa yüksek oranda hakim oluyor, hakim olmanın ötesinde hücum aksiyonlarında da golün ipuçlarını veriyorduk. Oyunu yorumladığımızda rahatlıkla hakettiğimizi söyleyebileceğimiz bir golü de erkenden bulduk. Golden sonra ise -her ikisi de içgüdüsel olmak üzere- bizim yarı sahamızı sahiplendiğimiz, Kasımpaşa'nın ise topa sahip olduğu bir oyun etkileşimi gelişti. Rakibin çok önde basarak Ramazan'a kısa top sokma fırsatı vermemesi sonucu uzun toplarla oyuna dahil olma girişiminde bulunduk. Zec, 1.92'lik Donk ve Yalçın stoper ikilisine karşı, pek tabii bu topları ne indirebildi ne de bu ikilinin rahatlıkla toplamasına ket vurabildi. Dolayısıyla toplu oyunda bu derece çaresiz kalınca, oyun hakimiyeti tümüyle rakibe geçti. Galatasaray ve Beşiktaş'ın üçlülerinin ardından bu ligin teknik becerisi en yüksek forvet arkası üçlüsü olan Babel, Scarione, Tabare Viudez üçlüsünün bu keskin oyun içi egemenliğinden sonuca yolculuğu da gayet kısa bir zaman süreci aldı.
Bu zamana dek Metin Diyadin'i oynatmak istediği ofansif futbol niyeti ve bu niyetten -eldeki malzeme ölçüsünde- gayet iyi bir karşılık alması sebebiyle destekledim. Ancak ortada ciddi hatalar olduğunu gözardı etmek de mümkün değil. Hücum aksiyonu üretmede, pozisyon yaratmada bu denli kısır bir takımın -Sevilla dönemlerindeki Dani Alves'i hatırlatır şekilde- tek başına bir hücum silahı olan Tosiç'ten mahrum bırakılması kabul edilebilir bir yanlış değil. Bu tercihin sebebinin stoperlerden birinin ayağı güvenilir bir oyuncu olmasına dayandığı aşikar. Fakat, tam da bu sepeblerle nasıl ki Athletic Bilbao Javi Martinez'i, Barcelona Javier Mascherano'yu birer stopere dönüştürdüyse, biz de Özgür'ün hem bu mevkide bir geçmişi olmasını hem de önlibero bölgesini Gosso'yla kapatabileceğimizi düşünerek aynı minvalde bir çözüm üretebilirdik. Bu çözümün bir uzantısı olarak Gosso ve Özgür gibi topsuz oyunda müthiş bir direnç veren, ancak toplu oyunda sıradanlaşan bir duo yerine Nizamettin veya Petroviç'i Gosso'ya eklemleyerek daha dengeli bir orta saha ikilisi de yaratabilirdik. Oktay ısrarı ise en anlaşılamaz olanı. Teknik direktörlerin bazı oyunculara özel bir bağlılık göstermesi sık karışılaşılır bir durum; fakat bu derece kötü bir performansı her hafta ilk 11'de tutarak ödüllendirmek ve takıma verdiği zararı görmemek akılla bağdaşır gibi değil.
Dibin her zaman için daha dibi vardır, fakat Gençlerbirliği standartlarında gelinen bu noktanın da en dibe son derece yakın olduğu gerçeği su götürmez. Ne Metin Diyadin'in ne de Cem Onuk'un gelinen noktadaki gerçek failler olduğunu düşünmüyorum. Bu isimlerden biri elindeki sınırlı kadrodan; bir diğeri ise sınırlı bütçeden başarı yaratması beklenen isimlerdi. Bizimkisi her kararın günün futboluna entegre olamamış "tek adamın" himayesinde olduğu bir çağdışı zihniyet sorunu. Sanki unutmamız mümkünmüş gibi, zihniyetin ne sefil bir halde olduğunu da "Açıkça ifade etmeliyiz ki, İlhan Cavcav, 35 yıldır olduğu gibi bugün de Gençlerbirliği Spor Kulübü’nün başkanıdır, kendisi öyle istediği sürece de bu, böyle kalacaktır" açıklamasıyla, tek bir yoruma hacet bırakmayacak şekilde, budalaca bir itirafla tekrar hatırlatıldı.