Amerikan Sineması'nın nev-i şahsına münhasır yönetmenlerinden Woody Allen'ın, "Paris'te Gece Yarısı (Midnight in Paris) adlı filminde, tıkanma sürecine girmiş yazar adayı Gil'in seyahat nedeniyle geldiği Paris'te kahramanları Hemingway, Picasso, Dali gibi efsaneler eşliğinde yaşadığı sürreal geceleri film kahramanıyla birlikte solur, birlikte adımlar, o büyülü zamanı birlikte tüketiriz. Aynı göz kamaştırıcılıktaki sürreal esintiler 21 Nisan tarihinde Ankara 19 Mayıs Stadı'nı çepeçevre sarmış, mutluluğun rengini kırmızı-siyah olarak "seçmiş" kalplere rüyavarı bir yolculuk bahşetmişti. Tek fark bu sefer kahramanlar sanat ve düşünce dünyasının tarihine geçmiş isimler değil; Aykut, Ramazan, Tosiç, Özgür gibi kahramanlardı, Gençlerbirliklilerin yüreğine mutluluğu işleyecek olan isimlerdi.
Fenerbahçe'nin maça defans bloğunu hemen hemen ortasahaya kadar çıkararak, yoğun bir baskı üzerinden erken bir gol bularak işleri kolaylama arzusu bize hücum edilecek ıssız ve bomboş bir yarı saha bıraktı. Keza ilk 5 dakika içerisinde final pasını aktaramadığımız için heba olan üç net atak girişimine sahiptik. Takımın bu sezon üzerine en çok koyduğu becerilerden olan duran toptan skor üretme vasfıyla Ulus'tan kopan ilk gürültü Ankara'nın üzerinde yankılandı. Golden sonra hem skor avantajımız nedeniyle hem de Petroviç ve Azofeifa'nın topa basıp, topu soğukkanlı kullanma fırsatını oluşturamamaları nedeniyle topta mülkiyetin Fenerbahçe'de olduğu, ancak bizim de sürekli olarak arkadaki boşluğa göz diktiğimiz ve kanat beklerinin arkasına atacağımız derin toplara bel bağladığımız bir oyun etkileşimi gelişti. Galatasaray maçındaki gibi salt-savunmacı ürkekliğin değil; gol yememe amacı bakiyken, diğer taraftan sürekli olarak hücum etme ihtimallerinin de zorlandığı, Mourinho Inter'ivari "pozitif bir savunma futbolu"ydu ortaya koyduğumuz. Tümüyle devrenin farkın korunarak kapatılmasının beklentisi içindeyken gelen golün sonucunda da, Gençlerbirliği tribünleri, mumyalanıp kulüp müzesinde sergilenecek kadar kutsaliyet taşıyan "Altın Kafa"ya olan hürmeti ve minnetini, "Vleminckx" tezahüratı eşliğinde, uhrevi bir tapınma ayiniyle teslim etti.
İkinci yarının ilk çeyreğinde oyun dinamikleri aynı şekilde korunsa da, vakit geçtikçe Fenerbahçe direnç kaybeden; bizse özgüven kazanan taraf idik. Ramazan'ın kritik kurtarışlarıyla, Aykut'un kusursuz oyunu ve müdaheleleriyle, Özgür'ün diriliği ve sertliği sayesinde göz kamaştırıcı hücümculara sahip rakibe tek bir pozisyon hariç net gol fırsatı verilmezken; ilk 15 dakikadan sonra tüm etkinliğini yitiren Zec'e rağmen Tosiç'in tek başına sol kanada muazzam bir işlevsellik katması, Azofeifa'nın ikinci yarı temposunu yükseltmesi ve Vleminckx'in topu ön alanda tutma çabasıyla skor üretemesek de pozisyon üretme pınarımızı işlemeye devam ettik.
Fuat Hoca'yı nasıl ki edimlerinde hatalı bulduğumuz zaman kıyasıya eleştiriyorsak, Pazar günkü teknik direktör performansından sonra da alkışlamamız şart. Sadece 18 yaşında olan ve ilk Süper Lig maçına çıkan Ahmet Çalık kumarı, onu maça bu kadar iyi hazırlamış olması neticesinde büyük ikramiyeyi vurmasına sebep oldu. Tomiç'in sakatlanmasından sonra, ağır Hurşut'tansa, Ziegler'in arkasına sarkmaya daha uygun Jimmy hamlesi de son derece isabetliydi. Ancak en değerlisi Jimmy'nin on takım arkadaşını figüran durumuna sokup, kendini sahnenin en önüne atmaya can atan laubali, bencil performansını sineye çekmeyip, cezalandırmış olmasıydı. Bu tavır hem henüz Ankara'da dahi kendini ispatlayamamışken ağzından İstanbul kelimesini bir an olsun düşürmeyen Jimmy'ye hem de takım oyununun önceliğini hatırlatması açısından diğer oyunculara verilen yerinde bir mesaj niteliğindeydi. Kendimi bu sınıflamanın içinde tanımlamıyorum, fakat kesinkes Fuat Hoca'nın önümüzdeki sezon Gençlerbirliği'ni yönetme yetkisine sahip olmasını istemeyen kesim dahi, Pazar gecesini kuvvetle muhtemel bir sorgulama evresiyle kapattı. Uzun bir aradan sonra Fuat Çapa'nın gözü kara, basiretli bir teknik direktör olduğunu/olabileceğini hatırlamaları ya da Fuat Hoca'nın bu nitelikleri sergileyebileceğini hatırlatması nedeniyle...
Bu saha içi güzelliklere tamamlayıcı olarak, tribün de en şatafatlı günlerinden birisini yaşadı. Beşiktaş maçından hatırladığımız üzere yönetimin dahi kendi içinde normalleştirdiği rakip seyircinin bizim tribünümüzdeki kitlesel varlığı bertaraf edildi, bünyesinde yetiştiği kulübe karşı el hareketi çekecek kadar umarsızlaşan Gökhan Gönül'e yoğun bir protesto eyleminde bulunuldu, anlık ama güçlü tezahüratlarla oyuna etki edildi, tribünde küfür etme girişiminde bulunanlar anında bastırıldı ve en güzeli "Hepiniz or.... çocuğusunuz" diye inleyen binlere karşı alkışlarla karşı duruldu.
Pazar gecesi her anıyla "epik bir gece" olarak anılmayı hakediyor. Gençlerbirlikli olma hali başarıya dayanmayan, -mübalağalı bir dille- mazoşist tavrı içselleştirmiş bir durumdan mülhem olsa da, tam da yaşanan bu zorluklar böyle bir gecenin hazzı alınınca çekilir çileye dönüşüyor. Sonra da staddan çıkarken yüreğinizden gelen tek bir sese kulak kabartıyorsunuz: İyi ki Gençlerbirlikliyim!