Neredeyse tamamı işkencevari bir hal almış, gözlerin topu sırf alışkanlıktan takip ettiği dakikaların üzerine söylenecek her söz kasvetli bir hal alacak, dolayısıyla okumak ne kadar zor gelecekse, bu yazıyı yazmak da bana bir o kadar zor gelecek. Böyle bir maçın ardından nereden, nasıl başlanır emin olamıyorum. Eleştiri getireceğim birkaç kişiden, bizim için en değerli olduğuna inandığımla başlayalım.
Geçen haftaki Fenerbahçe maçındaki tutumuyla Fuat Hoca'nın dümeni "kaybetmemek" değil, "kazanmak" için sahada var olan bir takıma doğru çevirdiğini çıkarsamıştık. Ancak bu umutlu hissiyat maça çıkan 11'in görülmesiyle birlikte yeniden tuzla buz oldu. -Petroviç orta saha oynamaya yatkın olsa da, o da orjini önlibero olan bir oyuncu- oyunun merkezi olan bölgeyi üç tane önliberoya teslim ederek konumlanmıştık sahada. Oyunun merkezinde teknikten bu kadar feragat edip, seçimlerinizi sadece "defansif nitelikler ve mücadele kapasitesi" üzerinden yapıyorsanız, ne topa sahip olmak ne de hücum yapmak konusunda pek bir niyetiniz yok demektir. Niyetiniz var desek dahi, bu merkez yapıyla bu işin becerilemeyecek oluşu gayet net gözükür. İhtiyacımız olan ofansif gereklilikleri sağlayabilecek futbolcularımızdan hem Azofeifa'nın hem de Mehmet Kara'nın yoklukları ciddi handikaplar elbette, fakat bu isimlerin eksikliğinde geriye kalan kadroda 4-4-2'ye dönülerek ortasahada kesici olarak Cem Can veya Özgür'ü, pas dağıtımında Petroviç'i kullanabilir; hücumda ise Zec-Artun ya da Zec-Lekiç ikililerinden biriyle daha üretken olabilirdik. Yok, eğer taktik dizilim noktasında muhafazakar bir tutum benimsiyorsak da Cem Can veya Özgür tercihlerinden biri yerine Tenten'i oynatarak o bölgede teknik becerimizi biraz daha üst seviyeye çıkarabilirdik. Fuat Çapa, kırmızı kartı görmeseydik böyle olmazdı demekte, ancak 11 kişi devam etsek de, bu ortasahayla -tesadüfi bir gol atıp, rakipin çok yetenekli hücumcularına karşı kusursuz bir savunma yapılması gibi düşük şanslı bir ihtimal haricinde - sonuç muhtemelen yine böyle olacaktı. Sonuç farklı olsa dahi bütün maçı savunma yaparak geçirmiş bir takımın galibiyeti ne kadar keyif verecekti?
Bir diğer nokta kırmızı kartı gördükten sonraki çaresizliğimiz. Kendisinin de yazdığı bölümler bulunan, arkadaşı Luis Lourenço'nun kaleminden çıkma bir biyografi kitabı olan "Jose Mourinho: Bir Portekiz Yapımı"nda, Portekizli teknik adamın zaman zaman antreman maçlarında as takımı 10 kişiyle oynattığından bahsedilmektedir. 10 kişi oynamak zorunda kalan takımın 4-3-2 sistemine döndüğü, ortasahadaki üçlüyü topun kullanım alanına göre sürekli olarak bir blok halinde kaydıran, öndeki ikili forvete de rakibin ön alana kolay top geçirmemesi talimatını veren bir taktik diziliş ve görevler bütünü söz konusudur. Söz edilen antremanın faydası bu tarz bir durumla karşılaşıldığında cepte bir çözüm planının bulunması ve bu çözümün oyuncular tarafından tatbik edilmeye hazır oluşudur. Dün bizim yaptığımız ise bir kişi eksilir eksilmez kendi sahamıza gömülüp, topu rakibe teslim etmekti -gerçi deplasman maçlarımızın A planı olarak hatırlıyoruz zaten biz bu taktiği-. Mourinho'nun taktiğinden hareketle, hem savunmadaki güvenilirliği hem de ofansif anlamdaki etkinliğini düşünerek biz de Tosiç'e sol kanadı tamamıyla emanet edebilir, onu bir "açık-bek" olarak oynatabilirdik. Bu durumda Hurşut veya Jimmy ikilisinden birinin yerine Zec'i alarak forveti ikileyebilir, hatta bir değişiklik hakkını daha kullanarak Özgür veya Cem Can'dan birini çıkarıp Tenten'i oyuna dahil edebilirdik. Hiçbirimiz Fuat Hoca'yı Mourinho'yla kıyaslamıyoruz, fakat ben -ve eminim birçok kişi- kırmızı kartın görüldüğü anda "bu maç 5-0 biter" diye kendimden emin bir şekilde söylebiliyorsam, teknik direktörümüzün de bu gidişatı öngörüp, bunu engelleyecek ve değiştirecek bir takım hamlelerde bulunmasını, en azından denemesini -bir taraftar olarak- talep etme hakkım vardır diye düşünüyorum.
Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'le ilgili "Sayın İdris Naim Şahin İçişleri Bakanı olduysa, ben de her şey olabilirim duygusu veriyor" açıklamasında bulunmuştu. Biz de Cem Can için aynı şeyleri söyleyebiliriz. Cem Can'ın Gençlerbirliği'nde futbol oynuyor olması, Ankara, hatta Türkiye genelinde futbol oynayan her bir çocuğa bu seviyede futbol oynayabileceği umudu ve inancı aşılıyor. Bu kadar topa yabancı bir futbolcunun, Süper Lig seviyesindeki bir takımın en değişmez oyuncusu olacağı fikri George Orwell'a bile fazla gelirdi. Evet, Cem Can gerçek bir emekçi ve durmaksızın o topu kazandırmak için çabalıyor, fakat biz de Olimpiyatlara atlet değil, futbolcu yetiştiren bir kulübüz. Hatırlatmak gerekirse de bir atletizm kulübü değil, Gençlerbirliği "Futbol" Kulübü'yüz.
Hakemler, doğrudan sonuca etki eden hatalar söz konusu olunca, bizi kobay olarak kullanmaya devam ediyor. Petroviç'in oyundan atıldığı pozisyonda, o dakikada direkt olarak çıkacak kırmızı kartın sebepsiz yere çıkmayacağını düşündüğümden, pozisyona şüpheci yaklaşmıştım. Pozisyonu televizyondan seyredinceyse ne kadar naif kaldığımı anladım. Eğer bir kulübun hakkı bu kadar aleni bir şekilde gasp edilebiliyorsa, geriye kötü niyet aramaktan başka bir yol kalmıyor. Adaletten dem vurmak istiyorum, ancak Yıldırım Demirören'in federasyon başkanlığına seçildiği gün, adaletin de -uzun süre gelmemek üzere- Türk futbolundan çok uzaklara uçtuğunun farkındayım/farkındayız.
Trabzonlulara her yer Trabzon değil, fakat Pazartesi akşamı Ankara, Trabzon'du. Biletleri 20 tl olarak satışa çıkarmak yerine, oradaki taraftar sayısını sınırlı tutacak fahiş fiyat uygulamasına gidilseydi, hem o tribünden elde edilecek hasılat aynı seviyede olacaktı hem de bizler deplasmanda maç seyreder gibi maç seyretmeyecektik. Fahiş bilet fiyatlarına rağmen Trabzonlular aynı doluluğu sağlayabilse dahi bu sefer de çok yüksek bir hasılat elde edilmiş olacaktı. Yani bu strateji uygulansa her iki durumda da kazançlı çıkacaktık. Dünse hem biletlerin çok düşük fiyattan satılması hem de tüm tribünün dolması ve oyuna bizden daha çok tesir etmesi sebebiyle, bir yönetim zaafiyetinin sonucunda, her iki açıdan da kaybetmiş olduk.
Bu tatsız yazıyı bitirirken bir özeleştiri de kendimize yapalım. "S....miş Trabzon" veya "O..... Çocuğu Federasyon" tezahüratları ya da "sahaya çakmak fırlatmak" bizim kültürümüz ve değerlerimizle örtüşmeyen davranışlar. Bu futbol ortamında her şeyi kaybedebiliriz, ama bize şu iğrenç futbol ikliminde saygın bir yer kazandıran etik değerlerimizden vazgeçmeyelim.