İstisnai durumlara elbette rastlamak münkün, fakat dünya genelinde atmosferin en hararetli olduğu, heyecanın zirve yaptığı karşılaşmalar olarak derbiler öne çıkar . Derbiler de, sınıfsal, politik veya tarihsel bir arkaplana dayansın ya da dayanmasın, çoğunlukla aynı şehir veya en azından aynı coğrafi bölge içerisinde olagelmiş rekabetlerdir. Ancak Türkiye'deki çarpık futbol yapısının sonucunda, Gençlerbirlikliler -bunu Ankaragüçlüler için de söylemek mümkündür diye düşünüyorum- bahsettiğimiz yüksek yoğunluklu ruh halini Ankaragücü maçlarından öte, Üç İstanbul takımıyla oynanan mücadelelerde yakalıyorlar. Bunun da nedeni oldukça anlaşılır pek tabi; Gençlerbirliği olsun, Ankaragücü olsun aynı kaderi -farklı yollardan geçerek ulaşsalar da- benzer şekillerde deneyimlemiş, acımasız ve açgözlü bir sistemin altında ezilmişliğin, acı çekmişliğin keskin tadını tatmış kulüpler. Bu nedenle, bu rekabet düşmanca ve kindar hissiyatlar yerine, acıda ortaklaşan bir yardımlaşma hali üzerinden kuruluyor. Bu adaletsizliğin faili olarak belirlediği için de olumsuz her türlü görüş bu sisteme ve bu sistemin uygulayıcılarına yöneliyor. Tüm bu dinamiklerin sonucunda da, bu kulübün Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'a karşı verdiği mücadeleler futbol mücadeleleri olmaktan çıkıp, sisteme karşı verilmiş bir başkaldırı mücadelesi halini alıyor.
Ankara'da veya Anadolu'da bir İstanbul takımı tutan insana dair benim yönelteceğim iki ayaklı bir eleştiri olabilir. İlk olarak, futbol, tüm yan anlamlarını bir kenara koyarsak, doğası itibariyle sadece bir oyun. Bu oyun içerisine tüm gerçekliğiyle bir taraftar olarak - ve aynı zamanda bir özne, oyunun içindeki asli bir unsur olarak- katılım fikri yerine, araya bir aracı olan televizyonu koyarak, televizyonun size sağladığı gerçeklik ve atmosfer hissiyatının sınırlarına bağlı kalarak katılım arasında derin bir ayrım olduğu konusunda hemfikirizdir diye tahmin ediyorum.
Bu eleştirinin ikinci yönü ise, bu tip taraftarlığın -çoğunlukla- bir sorgulama sürecinden geçmeyip, içine doğulan bir durum olarak sorgusuz, sualsiz itaatkar bir şekilde kabul edilmesi ve taraftarlık kimliğinin sizin üzerinde söz sahibi olmadığınız bir dış gerçeklik üzerinden şekillenmesi söz konusu. Aralarında oyuna dair tribünün genelinden farklı bir yaklaşım geliştirmek isteyen ve çoğunlukla karşılaştırıldığında parlayan insanlar çıkmış olsa da -misal Vamos Bien, Yürüyedur vs.- genel bir bakışla Galatasaray, Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarı olmak arasında belirgin farklar ve sınırlar yok. Fakat sayısız ortak nokta var, bunların en başında bu üç takımın da "kazanan" takımlar olması geliyor. İnsanlar, doğal olarak hayatın içerisinde kaybetmeye meyilli varlıklar olduklarından, hayat içerisinde onlara kazanılabilecek, dolayısıyla bu kazanmanın karşılığında mutlu olunabilecek bir fırsatın çıkması onların da çok fazla düşünmeden bu takımların peşinden yürümelerine yol açıyor. Mutluluğun kazanmak olmaksızın varolabileceğini tahayyül etmek ise akıllarına bile gelmiyor.
Bu bahsettiğim benzer olma durumunu sadece Galatasaray'lıların Fenerbahçe'li nefretine/Fenerbahçe'lilerin Galatasaray'lı nefretine yönelik rasyonel bir cevap arama çabasıyla soracağınız "Neden" sorusuyla bile gün yüzüne çıkartabilirsiniz. Topluca bir araya gelinen her fırsatta karşı tarafa küfür etme, rakip taraftarın belirli coğrafi alanlarda -Bağdat Caddesi gibi, Nevizade gibi- varolmasını fiziksel şiddete varan bir dozda tepki göstererek reddetme, bu rekabeti her türlü insani eylem ve yapının önüne koyma gibi sayısız saçmalığın altında tek bir mantıklı neden bulamamanız şaşırtıcı değil. Taraftarlık denen kurumun ciddi bir bölümünün mantıktan uzak olduğunun elbette farkındayım, ancak bu kadar haşmetli ve gözalıcı olduğu söylenegelen bir derbinin de mantıksal düzlemde karşılık bulmasını bekliyorum, en azından tüm bu nefret ortamını anlayabilmek için.
Ben Gençlerbirliği'nin yeni taraftar kazanması konusunda temkinli bir pozisyon belirleyen, tribünün bozulması riski nedeniyle endişe ve ufak bir parça da korkunun körüklediği muhafazakar bir yaklaşıma sahibim. Taraftarlığı bugüne kadar böyle anlayagelmiş insanlarla yaşanacak bir çoğunluk olma durumundansa, kıymetli bir azınlık olarak kalma yanlısıyım. Ancak her şeye rağmen, ortada bu kadar akla ve mantığa aykırı bir sevme biçimi varken, bunun karşılaşmadan daha önemli olduğunu düşünerek böyle bir yazı yazdım. Zaten İstanbul medyası da Gençlerbirliği adlı bir takım olduğunu Galatasaray'la oynadığı için hatırlayınca, maça dair okunabilecek pek çok malzeme çıkıyor ortaya.
Maça dair bir şeyler söylemek gerekirse de, galibiyetin gelmemiş olması, galibiyette erişilecek memnuniyet hazzının da gelmeyeceği gibi bir sonuç yaratmıyor. Rakibinizin hangi seviyede bir takım olduğunu hatırladıktan sonra ilk yarıda oynanan oyunu göz önüne getirmek bile maçı mutlu terketmek için yeterliydi. İlk yarıda ikinci gol bulunabilse, 3-2'den sonra bir parça daha akıllı hareket edilebilse veya Ramazan o hatayı yapmasa kazanan taraf olunabilirdi, ancak önemli olan takım yeniden doğru bir yolda ilerliyor, bunun kazanımları uzun vadede skor olarak da karşılık bulacaktır.