Birisi benden 5 (Ömür), diğeri ise 8 (Ömer) yaş büyük olan iki abim var. Çocukluğumda en büyük olanla hayatlarımız çok az kesişmişti. Onunla gittiğim yerlerde tüm paraları onun ödemesi aklımda kalan en güzel kesişmelerden. Ortanca abim ise çocukluğum boyunca her gün hayatımdaydı. Arkadaşlarıyla bir halı saha takımı kurmuşlardı. Adı da yaşadığımız semtin adıydı: FC Esat! Mavi-Beyaz formalar bile yaptırmışlardı. Ben o takımda (sanırım) hiç yer almadım. Çünkü abimin dediği gibi “topu ayağıma alınca kafamı kaldırmazdım” ve sürekli top kaptırırdım. Ama işin özü, tek tük sahaya çıktığım maçlardan önce (FC Esat’ın maçları değil sadece hazırlık maçları) kendimi göstermek ve mavi-beyaz formayı kapma hayalleri kurmamdan kaynaklanıyordu. Her top ayağıma geldiğinde panikler, kafamı kaldırmadan bir an önce toptan kurtulmak için gelişi güzel vururdum. Ama bu hamleyle çoğu zaman topu kaptırır ve üzüntü yaşardım…
O yıllarda üç kardeş birden (ve hatta 2 amca oğlu ile birlikte), Türkiye’de doğan her erkek gibi bir aile büyüğünün takımına gönül veriyorduk. Savaş eniştemin tuttuğu takıma…
Çocukluğun verdiği hevesle ve fanatizmle Beşiktaş’ı tutuyordum. Ama hastalıklı bir ruh haliydi bu, çünkü Beşiktaş’ın yenildiği maçlardan sonra ağlıyor hatta uyuyamıyordum. Tek doğrum Beşiktaş’tı. Diğerleri ise Beşiktaş’a sürekli çelme takmak isteyen yalancı ve şarlatanlar. Bu yüzden diğerlerinden ciddi ciddi nefret ediyordum!
Yıllar geçiyordu…
1992-93’de Ömer abimle birlikte hayatımın ilk maçına gidiyordum. Gençlerbirliği-Beşiktaş maçı. Gecekonduda Gençlerbirliklilerin yanındaydık. Hayal-meyal hatırlıyorum. Çok sakin bir maçtı. Hatta vasat. Sadece bir genç Beşiktaşlının birkaç klas hareketi heyecan yaratıyordu. Sonradan adını bolca duyacağımız genç futbolcu Sergen Yalçın’dı…
Körlük derecesinde bağlı olduğum Beşiktaş’ın şampiyonluğa oynadığı 1994-95 sezonu. Aynı zamanda büyüdüğüm ve “sorgulamaya başladığım” yıllardı. İlk işaret, “Beşiktaş’ı çekemiyorlar!” diyerek küfürler yağdırdığım rakip takım (genelde Anadolu) oyuncularının maçtan sonra “hakkımızı yediler, biz de ekmek parası için mücadele ediyoruz!” sözlerinin içimde bir şeyleri hareketlendirmesiydi.
Aslında “bu saçmalıktan” iyice sıkılmıştım ve kızgındım! Onların haksızlığını ispatlamalı, Beşiktaş’ı aklamalı ve bu davayı “ebediyen” bitirmeliydim. Maçları daha dikkatli izlemeye başladım. Tekrarları daha özenle takip ediyordum. Maç sonundaki röportajları, yorumcuların sözlerini, gazeteleri daha çok izliyor/okuyordum. Bir yandan da tartıyordum.
Fakat yola çıkma sebebimden sapmaya başlamıştım. Çünkü daha önce görmediğim şeyleri görüyordum. Uyduruk penaltılar, ofsayt goller, hakem takdirlerinin “güçlüde” toplanması…
Bugüne kadar “kayıtsız şartsız” inandığım şeylerin aslında kocaman bir yalan olduğunu görmek beni korkutmaya başlamıştı. Ama üzerine gitmeliydim. Belki de hepsi gerçekten hakem hatalarıydı. Rastlantıydı…
Ama günler geçtikçe umudum tükenmeye başlıyordu. Şampiyonluğa giden takımımın birileri tarafından itilmesi kanıma dokunuyordu. Çünkü ortada bir dengesizlik vardı. Beşiktaş’ın kayrıldığı maçlarda rakip kendisinden 10 kat daha güçsüzdü! Ve buna rağmen kol kanat gerilmeye ihtiyaç duyuyordu…
Bir yandan da bu sorgulama aşamasını kimseye belli etmeden devam ediyordum. Sonuçta ülkede taraftarlık namus meselesiyle eş değerdi. Birilerinin siz doğarken omuzlarınıza yüklediği yükü tüm hayatınız boyunca taşımanız bekleniyordu. Bir de bunu yaparken bazı şeyleri hasıraltı etmeniz, görmezden gelmeniz isteniyordu.
Ama artık görmezden gelemiyordum. Sanki birileri göz kapaklarıma kürdan yerleştirmişti. Karar aşamasında olduğum gün, Beşiktaş’ın artık bana ihtiyacının olmadığına karar verdim. Hem onu benden daha çok “destekleyenler” vardı, hem de artık bu “haksız kazancı” taşıyamayacağımı anlamıştım. Çünkü bana ağır geliyordu ve en önemlisi artık taşımak istemiyordum.
Uzağı Tercih Etmek / Nefret
Tüm hayatı futbol olan, her maç sonrası VHS kasetlere maç özetlerini kaydeden, gazetelerden takım logoları kesip video kasetlerine “indexler” yapan 16 yaşındaki çocuk büyüyordu. Büyürken de futbolu ardında bırakıyordu.
Hiçbir maçı izlememeye, okumamaya, takip etmemeye başladım. Futbolu hayatımın en uzağına koymaya çalışıyordum. Karşıma çıktıkça “bir şekilde” ondan uzaklaşıyor, çok ısrar eden olursa bir iki kelime edip susuyordum. Çünkü içimde çok büyük bir kızgınlık vardı. Birilerinin beni aptal yerine koyduğunu düşünüyordum. Güçlü olanı daha da güçlü hale getirmek için yapılanların bir de göstere göstere yapılması zoruma gidiyor, sinirlerimi bozuyordu. Her aklıma geldiğinden futboldan bir kere daha nefret ediyor ve tekrar uzağı tercih ediyordum.
Isınma Pasları
2000-01 sezonu. En büyük abimin gönlü, yıllar önce Beşiktaş’tan Gençlerbirliği’ne kaymıştı. Beni arıyor ve “Oğlum akşam Fenerbahçe ile Türkiye Kupası finali oynayacağız. Kesin izle. Takım gör!” diyordu. Ne yalan söyleyeyim içimden izlemek falan gelmiyor. Futboldu sonuçta. Ne değişmiş olabilirdi ki? Ama abim ısrar ediyor ve kıramıyordum “tamam” diyordum “izleyeceğim.”
Akşam televizyonun karşısına geçiyordum. Fenerbahçe maçın hemen başında öne geçiyor, Gençlerbirliği beraberliği yakalıyor, ikinci yarıda öne geçiyor ama Fener beraberliği yakalıyordu. Uzatmalar ve penaltılardan sonra Gençlerbirliği kupayı kazanıyordu. Mutlu oluyordum. Heyecanla telefona sarılıp abimi arayıp tebrik ediyordum…
Futboldan uzak kaldığım 6-7 yıldan sonra ilk kez 90 dakika maç izliyordum ve hoşuma gidiyordu…
Taşın Altına Elini Koyma İsteği / Sakin Bir Liman
2001-02 sezonunda yine abimin ısrarı ile sezonun son maçlarından birine gidiyorduk. Neredeyse hiçbir şey hatırlamadığım maçtan birkaç ay sonra Gençlerbirliği kombinesi alıyordum…
Gençlerbirliği sezona çok iyi başlıyor. Sonra duruluyor. Sonra tekrar atağa geçiyordu. Bu süre içinde tribündekileri gözlüyor, hareketlerine dikkat ediyordum. Gergin maçlar da bile küfredilmemesi ve taraftarlar arasında beklediğimden çok kadının olması ilginç geliyordu. Daha önceleri okuduğum, izlediğim tribün kültüründen çok farklı bir kültür vardı ortada. Hoşuma gitmişti…
Tribündekilerle arkadaşlıklar kuruyordum. Konuşuyor, paylaşıyorduk. Her birinin hayatlarında bir kırılma noktası olduğunu ve ondan sonra “kendi iradeleriyle” bir takım seçtiklerini öğreniyordum. Kimisi Gençlerbirliği’nin kimliğini seviyor, kimisi renklerini seviyor, kimisi tribününü seviyor, kimisi de Gençlerbirliği’nin sakinliğini, kendi halindeliğini seviyordu…
Benim için ise Gençlerbirliği, “kazan da nasıl kazanırsan kazan” düşüncesinin uzağında sakin bir liman oluyordu. Bir yandan da futboldan nefret etme sebebim olan “haksızlıklara karşı” taşın altına elimi koyma fırsatı…
Nefreti Hatırlama
2002-03 sezonu beklediğimden çok farklı bir sezon oluyordu. Çünkü Gençlerbirliği, dar ve tecrübesiz kadrosu ile kendinden “onar kat” büyük ve güçlü takımlarla şampiyonluk mücadelesine girişiyordu. Bir süre sonra sürekli iyi sonuçlar alan Kırmızı-Siyahlılara ufak ufak tırpanlar gelmeye başladı. Hem de göstere göstere! Ama Gençlerbirlikliler “onları da” yenerek yollarına devam ediyorlardı.
Önceleri “Olur böyle şeyler. Hakem her yerde hata yapıyor” diye düşünsem de, bir süre sonra sonuca etki etme hamleleri canımı sıkmaya başladı. Maçları daha dikkatli izlemeye, tekrar tekrar pozisyonları tartmaya başlamıştım.
Her geçen gün futboldan nefret etme sebeplerim tekrar gün yüzüne çıkıyordu. Ama gariptir bu sefer “diğer” taraftaydım. Hakkı yenilenin yanındaydım…
Sonunda takımın gardı bir şekilde düşürüldü ve ligi üçüncü bitirdik. Hiçbir hedefi kalmamasına rağmen ligin son maçına daha bir coşkulu gittik. Takımı tribüne çağırıp dakikalarca alkışladık. Çünkü yine “güçlüler” kazanmış olsa da onlar ellerinden geleni yapmışlardı… Herhalde o gün gerçekten Gençlerbirlikli olduğumu anladığım gündü.
2003’ün sonlarına doğru amca oğlu Süleyman’la birlikte gencler.org’u kurmaya ve içini doldurmaya başladık. İşte o günlerde Tanıl Bora’nın “Ankara Rüzgarı: Gençlerbirliği Tarihi” kitabını görüp Kırmızı-Siyahlıların tarihini öğrenmeye, araştırmaya ve paylaşmaya karar verdim. Bu adım aslında tüm hayatımı değiştirecekti. Çünkü bir yandan karar aşamasında olduğum mesleğimi belirlememi, bir yandan da bir sürü değerli Gençlerbirlikli ve futbol araştırmacısıyla tanışmamı sağlayacaktı…
Olgunluk / Cefa Zamanları
2003-04 sezonunda UEFA Kupası’ndaki güzel günlerin ardından Gençlerbirliği yine sakin liman oluyordu. Düşme sorunu olmadan yıllarca 5-8 arasında yer alıyorduk.
2006-07 sezonunun devre arasında en iyi oyuncumuz (defansın göbeğinde oynayan) Risp’in çok (ama gerçekten çok) komik bir rakama Trabzonspor’a satılması ve ikinci yarı peynir ekmek gibi gol yemeye başlamamızın ardından Gençlerbirliği bir türlü eski günlerine dönemedi. 10-15 arasında dolaşmaya başladık ve 3 kere küme düşmekten son haftalarda (2007-08’de son hafta) yırttık.
Bu dönemde “Risp” benim bayrağım oldu. Çünkü bana kötü yönetimi ve tehlike çanlarını anımsatıyordu…
Cefa dolu yıllar geçtikçe olgunlaşıyordum. Tribündekiler “dostlarım” oluyor, kötü bir sezon sırf onları “topluca” görmek için tribünde yerimi alıyordum. Kötü bir maçta yanımdakine dönüp muhabbet ediyor, maç sonralarında hayatı paylaşıyorduk…
Gençlerbirlikli olmayı da öğreniyordum. Rakip takıma, rakip taraftara saygı duymayı. Kazananı alkışlamayı. Ne olursa olsun küfretmemeyi. Futbolu “sadece” futbol olarak görmeyi. Ondan zevk almayı. Eğlenebilmeyi. Kendi takımından biri bile yapsa ırkçılığa karşı olmayı. Kendi takımına yarar bile sağlasa haksızlığa karşı durmayı…
Bu süre zarfında, hiçbir takımla düşmanlığı olmayan Gençlerbirlikliler olarak defalarca deplasmana gidiyorduk. Çoğunda büyük bir saygıyla karşılanıyor, hiç tanımadığımız ev sahibi takım taraftarlarıyla maç öncesi-sonrası (skor ne olursa olsun) muhabbet ediyor, atkı-forma değiştiriyorduk.
2011-12
Daha kötü bir kadroyla ve daha önce takımda görev almış bir hocayla 2011-12 sezonuna başlamak üzereydik. Hiçbirimizin büyük bir beklentisi yoktu. Hatta “eyvah” diye geçiriyorduk içimizden.
Fakat daha önceki gelişinde hiç “tanışamadığımız” Fuat hoca, sezon başlamadan önce farkını ortaya koyuyordu. Türkiye’de ilk kez bir teknik direktör – taraftar buluşması düzenliyordu. “Beni daha iyi anlamanız için kendimi anlatmalıyım” diyor ve her maçın ardından samimi ve içten açıklamalar yapıyordu. “Eksiklerimizi daha iyi görmek için bir de sizin açınızdan bakmalıyım” diyor ve taraftarı her platformda dinliyordu…
Bu yazı yazıldığında Gençlerbirliği ligde 25 maç sonunda topladığı 43 puanla 4. sırada yer alıyor. Benim Ankara’daki tüm maçlarını tribünden izlediğim ve son maçta Gençlerbirlikli olduğuma karar verdiğim 2002-03 sezonundan sonraki en iyi sezonunu geçiriyor. Hem de o yıla göre daha tecrübesiz bir kadroyla bunu başarıyor. İzlediğim her maç tribündeki ilk günlerimi hatırlatıyor.
Takım oyunu oynayan, birbirinin eksiğini kapatan, bitiş düdüğüne kadar savaşan, pes etmeyen takım, geçmişimi hatırlatıyor. Futbolla, taraftarlıkla tanışmamı. Gençlerbirliğini seçmemi. Ve o günlerle barışmamı…