Geçenlerde Uğur Vardan’ın yazısında okumuştum, “Birçoğumuz hayatını dünya kupalarına bakarak ölçer,” cümlesini...
Sene 1978...
Sıcaktı Ankara. Henüz Konak Sineması yıkılmamış, mahalle maçları yaptığımız arsanın üzerine o koca bina dikilmemişti. Babamın 1958 model sarı Zephyr’i apartmanın önündeydi hala...
Kaderleri, doğru ya da yanlış çözülmüş bir soruya bağlı çocuklar diyarında, liseyi bitirme, üniversiteye başlama telaşındakilerden biriydim. O senenin haziran ayında Dünya Kupası çok uzaklarda, Arjantin’de oynanacaktı. Bizim ulusual takımın kupalarda olmamasına alışmıştık. Ama ya İngiltere? Dünya futbolunun devlerinden İngiltere, tıpkı bir önceki kupa gibi, futbol şölenine katılma hakkını kazanmıştı. İlk turda Polonya sürpriz yaparak grubu bir önceki kupanın şampiyonu Almanya’nın önünde ilk sırada bitirmiş, kupanın favorilerinden Brezilya da grup maçlarını ikinci sırada tamamlamıştı. Finalde ev sahibi takım Arjantin, Hollanda’yı uzatmalarda 3–1 yenerek kupayı kazandı. O kupadan aklımızda kalanlar; gol kralı Kempes, Karl-Heinz Rummenigge, Paolo Rossi, Archie Gemmill olmuştu.
Dünya Kupası bittikten sonra üniversite hayatı başlamış, torbadan düşen misketler gibi hepimiz dağılmıştık bir taraflara. 1982 Dünya Kupası zamanlarında Ankara’dan, Umut Sokak’tan çok uzaklardaydım. İspanya’da oynanacaktı Dünya Kupası. Son iki kupanın finalisti Hollanda, tıpkı bizim ulusal takım gibi kupaya katılamamış, ilk turu grup lideri olarak bitiren İngiltere, ikinci turda eve dönmek zorunda kalmıştı. Finalde kaptanlığını Dino Zoff’un yaptığı Italya, Almanya’yı 3–1 yenerek kupayı kazanırken, akıllarda Brezilya’nın Zico, Socrates, Falcao, Eder’li kadrosu kaldı.
Sene 1986…
Bir yazılım firmasında, iş hayatına henüz atıldığım zamanlar… O sene Dünya Kupası Meksika’da oynanacaktı. İngiltere’yi yine kupa heyecanı kaplamıştı. Nafile bir umutla Ay-Yıldızlı formayı arardı gözlerim. O yaz başladı “Meksika Dalgası” çılgınlığı. Çeyrek final maçında, İngiltere’nin Arjantin’le oynadığı maç esnasında hayat durmuştu bu diyarlarda. Maradona elle attığı ilk golde sahneye çıkmış, sonra kendi yarı sahasından aldığı topla altı İngiliz’i geçerek, o müthiş gole imza atmıştı. Arjantin’in kazandığı o maç sonrası mateme bürünmüştü İngiltere. Bobby Robson’un, o tarihi maçtan sonra; “O golü Tanrının değil, bir çakalın eli attı!” cümlesi düşecekti futbol tarihinin sayfalarına. Muhtemel, o maçta Maradona’nın attığı o muhteşem gol gibisi bir daha görülmedi, ondan sonraki turnuvalarda. Finalde kupayı Almanya’yı 3–2 yenen Arjantin kazanırken. Lineker gol kralı olmuştu. Kupadan aklımızda, Maradona’nın İngilizleri “ipe dizerek” attığı o müthiş gol, “Hand of God” (Tanrının Eli) tartışmaları, Emilio Butragueno, Jorge Valdano, Rudi Völler kalmıştı.
Vatan borcu bitmiş, tekrar Londra’ya işime dönmüştüm. Danışmanlık şirketi Pricewaterhouse’da kariyer basamaklarını tırmanmaya başladığım zamanlardı. 1978 senesinden beri Başbakanlık yapan “Iron Lady” Margaret Thatcher’in dönemi kapanmak üzereydi. 1990 Dünya Kupası İtalya’da oynanacaktı. Turnuvanın belki en ilginç maçı, İngiltere ile Almanya arasında oynanan yarı final maçıydı. Normal süresi 1–1 bitmiş, maçı penaltılar sonucu Almanya 4–3 kazanmıştı. O maçın son dakikalarında kırmızı kartla oyun dışı kalan Paul Gascoigne’nin gözyaşları düşmüştü ekranlara. İngiltere’nin elenmesiyle, o maçtan geriye, kaçırılmış penaltının pişmanlığı kalmıştı. Finalde bir kez daha Arjantin ile Almanya karşı karşıya gelirken, Brehme’nin penaltısı ile Almanya kupayı kaldırmıştı. Salvatore Schillaci’nin gollerini hayranlıkla izlediğimiz kupadan geriye, Roger Milla, Lothar Matthäus, David Platt, Jürgen Klinsmann adları kalmıştı...
***
Sene 1994...
Şirkette sekizinci senemi doldurmaya yaklaştığım zamanlarda, bir Dünya Kupası daha, bu kez Amerika’da sahne almıştı. Yunanistan, Nijerya ve Suudi Arabistan ilk kez kupaya katılırken, biz yine yoktuk o futbol şöleninde. Hollandalı golcü Dennis Bergkamp, Brezilyalı Romario ve Gheorghe Hagi, müthiş gollerin kahramanıydı. Bu kez gönüllerin şampiyonu kupayı kaldırmayı başardı. Brezilya, normal süresi 0–0 biten maçta, penaltılar sonunda İtalya’yı yenerek kupayı aldı. Geride, Hristo Stoichkov, Oleg Salenko, Romário, Roberto Baggio, Gheorghe Hagi, Tomas Brolin’in yıldızlaştığı anların görüntüleri kaldı.
1998’de saplanıp kaldığı ekonomik krizden kurtulamaya çalışıyordu İngiltere. Kupa Fransa’da oynanacaktı. Finalde Brezilya’yı 3-0 yenen ev sahibi takım kupayı kazanırken, Cezayir asıllı “Zinedine Zidane” adı futbolseverlerin hafızalarına kazılacaktı. O kupadan aklımızda Davor Šuker, Gabriel Batistuta, Christian Vieri, Ronaldo, Marcelo Salas adları kaldı.
***
2002...
16 senedir çalıştığım şirket, yakın geçmişte PwC olmuş bu yaşamda herşeyin parayla ölçüldüğune inanmışların elinde eski değerlerini yitirmeye başlamıştı. Oysa bir kurumun en önemli değerinin insan olduğu öğretilmişti bizlere, o birleşmeden çok önce. Yalanmış! İlk kez ulusal takımı Dünya Kupasında izleyecek olmanın verdiği heyecanla unutulmuştu iş hayatının hayal kırıklıkları, gönül ağrıları. Ulusal takımımı ülkem topraklarında izlemek için arkadaşlarımın yanında almıştım soluğu. Onca senenin hıncını çıkarmak istermişcesine geçtik televizyonların karşısına. Dünya Kupası, Japonya ve Güney Kore’de oynanıyordu. Hasan Şaş’ın yıldızlaştığı turnuvayı üçüncü bitirdi milli takım. Ahmet Altan’ın o güzel cümlesi pek güzel tanımladı bu durumu: “48 yıl boyunca dünya futbol şampiyonasının kapısından bile geçemedikten sonra ilk katıldığı şampiyonada dünya üçüncüsü olmayı Türkler başarır!”
2002’den aklımızda, Ronaldo, Rivaldo, Miroslav Klose, Fernando Morientes, Raúl ve İlhan Mansız’ın o müthiş golü kalmıştı...
Sonraki dünya kupasında bir kez daha hatırladık yokluğun, istikrarsızlığın ne demek olduğunu. Bir kez daha anladık futbolda ekolün önemini. Üstelik maçlar Avrupa’da Türkler’in en yoğun yaşadığı ülkede oynanacaktı. Ev sahibinin kendi verdiği partiye katılmaması gibi bir durumdu bizimkisi. Ribery, Vieira, Henry ve Zidane’lı Fransa turnuvayı kesin kazanır gözüyle bakarken, finalde İtalya penaltılar sonucu Fransa’yı yenerek kupayı aldı.
O kupadan geriye Hernán Crespo, Fernando Torres, Thierry Henry ve Zidane’nin o unutulmaz kafası kaldı.
***
Ve 2010...
Siz, dünya yıldızı(!) Quaresma’nın transferine sevinirken, bir futbol şöleni daha başladı ve bitti sizden çok uzaklarda. Siz, dünya kulübü olma iddiasındaki Fenerbahçe’nin teknik direktörü Daum’un gidip gitmemesi gerektiğini tartışırken oldu ve bitti herşey. Siz, Arda’nın Galatasaray’da kalmasına şaşırırken, oynandı maçlar. Siz, bize futbolumuzun marka değerini anlatırken, Avrupa’nın en iyi 6. ligine sahip olduğumuza inandırmaya çalışırken...
Güney Afrika’da olmasak da, televizyon kanallarından girdi evlerimize bir ayda 64 maç. Milyar dolarlara varan bahis döndü çocukken tozlu arsalarda sevdalandığımız güzelim oyununun adına. Hemen her takımın kadrosunda Premier Ligden 4–5 futbolcu, ulusal takımlarında boy gösterdiler. Hazindir, dünya futbolunun en kaliteli ligi olarak kabul edilen Premier Ligin anavatanı, o ligde oynayan bir takım olsaydı muhtemel “Burnley” ayarında bir takım olurdu. İngiltere Milli Takımı bir kez daha başı önde, erkenden döndü eve.
Sizi bilemem ama ben müthiş keyif aldım bu dünya kupasından. Geçenlerde BBC’de dünya kupası ve İngiltere’nin başarısızlığının nedenlerinin anlatıldığı bir yazıda okumuştum. Günümüzde, İspanya’da 15 bine yakın “UEFA (A) lisanslı” futbol antrenörü varmış. Diğer Avrupa ülkeleri bu rakamın yarısına bile erişemezken, (A) lisanslı antrenör sayısı İngiltere’de beş bini bile bulmuyormuş. 1998’den beri, İspanya’nın 16–21 yaş arası genç takımları katıldıkları UEFA ve FIFA turnuvalarında 21 kez şampiyon olurken, ayni dönemde İngiltere ancak bir turnuvayı kazanmış.
Velhasıl, siz bakmayın 2010 Dünya Kupasından çok sıkıldığını, finali izlemek yerine langırt oynadığını beyan eden zamanın ve futbolun hayli gerisinde kalmış yazarın yazdıklarına...
Zira yaşamda ve futbolda hiçbir şey tesadüf değildir...
Ve birçoğumuz hayatını dünya kupalarına bakarak ölçer...