Uzaklardan
Eski Türk filmlerinde şöyle bir sahne vardı:
Siyah beyaz zamanlarda, köhne meyhanelerin birinde, köşede tahta bir masa... Aşk acısı ile kendini içkiye vurmuş genç adam, bahtlarının karalığı yüzlerine vurmuş olan diğerlerine aldırmadan içtikçe içiyor. Sanki içince acısı geçecekmiş gibi... Görüntüsü pek bakımsız, pek derbeder, pek yorgun… Kavuşamadığı sevgiliye âşık adam, aşkının karşılığını alamamış olmanının acısıyla deviriyor şişeleri. Şairin dediği gibi, “Kavuşamazsan aşk olur!” zaten.
Arada dönüp, acıyan gözlerle bizimkine bakıyor adamlar. İçlerinden biri, “Yapma böyle, daha gençsin, karşına niceleri çıkar...” gibi teselli edici bir şeyler diyecek oluyor ama
aralarındaki en babacan tavırlı olanı, anında sus işaretini çakıveriyor. Susuyor tayfa!
Arka fonda Zeki Müren, en hicranlı sesiyle “Agora Meyhanesi”ni söylüyor…
“Cama vuran her damlada,
Seni hatırlıyorum…
Ve sana susuzluğumu...”
Özlenen sevgili ise onun bu sevgisinden habersiz, uzaklarda bir yerlerde gününü gün ediyor; kendi dilinden anlayan, kendi gibi konuşan, kendine benzeyen arkadaşlarıyla…
Uzaklardaki o meyhanede kendisi için içlenen adamdan, orada olup bitenden bihaber…
Uzaklarda, arka fonda Zeki Müren’in söylediği “Agora Meyhanesi” devam ediyor…
“Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin.
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir.
Burası Agora Meyhanesi...”
Dünya Kupası 2010…
Ne zaman Almanya’nın maçları düşse ekranlara, maçı anlatan yorumcu sürekli ondan dem vuruyor. 15 Ekim 1988 Gelsenkirchen doğumlu Mesut Özil’in adı, maçları izleyenlerin belleklerine kazanırken, o Alman Milli Takımıyla harika maçlar çıkartıyor. Bizimki ise televizyon ekranlarında, aşkının karşılığını alamamış acılı adamı hatırlatan edasıyla sürekli ona dair methiyeler düzerken, Mesut, doğup büyüdüğü, okullarında okuduğu, dostluklar
edindiği, dilini kusursuz konuştuğu ülkesinin takımıyla dünya futbolunda parlayan yeni bir yıldız oluveriyor. Kendi dilinden anlayan, kendi gibi konuşan takım arkadaşlarıyla, uzaklardaki o hicranlı duruma aldırmadan…
Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip, son elli senede sadece bir Dünya Kupasına katılmış ülkem, kendi Mesut’larını yetiştirme yerine, dermanını hep başkalarının emek verdiklerinde ararken, Türk futbolu giderek “Agora Meyhanesi”nin çalındığı o hicranlı, köhne meyhaneyi andırıyor. Ülke futbolu dermanını kendi öz kaynaklarında aramak yerine, hep uzaklara bakıyor. Cama vuran hem damlada hep uzaktakileri hatırlıyor. Avrupa arenalarında yıldızı
parlayan her “Mesut”un ardından, bizim meyhanede o hicranlı şarkı “Mesutlar” için çalıyor. Türk futbolunun alt yapılarında, nice “Mesutlar” yeteneklerini gösterme adına bir firsat için can atarken, giderek Avrupa’nın Katar’ını andıran ülkem, kapılarını daha çok yabancıya açmanın hesaplarını yapıyor. Üstelik kendi neslini ıskalamış, ülke futbolu eloğullarıya dolu İngiltere Ulusal Takımının düştüğü perişan durum henüz hafizalarda taptaze duruken…
Futbolumuz “Agora Meyhanesi” kıvamında, dermanını Alex’lerde, Quaresma’larda, Santos’larda, Lugano’larda ararken, her transfer sezonunda giderek borç batağına gömülüyor kulüplerimiz. Havaalanlarında düzenlenen karşılama törenleri, kısa sürede yerini “Ülkemizden ayrıldı!” manşetlerine bırakıyor. Giderek Avrupa’nın “emekli bahçesi”ne dönüşüyor futbolumuz. Gelen bir kaç iyi yabancı da bir zaman sonra kaçacak yer arıyor.“Dünya yıldızı!” Quaresma’nın transferinin açıklandığı gün, Beşiktaş’ın borcunun 150 milyon Euro’yu aştığını yazmıştı gazeteler. 2004 yılında yapılan seçimler sonrası Siyah-Beyazlı kulüp, başkanlığı devralan Demirören döneminde 60’ın üzerinde futbolcu ile sözleşme imzalarken, bu futbolculara 100 Milyon Euro’nun üzerinde bonservis bedeli ödemişti. Sadece Filip Holosko, Rodrigo Tabata ve İsmail Köybaşı’na ödenen bonservis ücretleri 20 milyon Euro’nun üzerinde iken, hala “bomba!” peşinde koşuyor İstanbul takımı. Anlamak ne mümkün!
Bu hazin tabloya baktıkça, “Agora Meyhanesi”ndeki o hicranlı manzara geliyor insanın aklına. Ulusal takımını, kendi ülkesinden kovduğu bir teknik direktöre emanet eden (yanlış anlaşılmasın, Guus Hiddink’in teknik direktörlüğünü tartışmıyorum!) garip bir futbol düzeninde, ne teknik direktör dayanıyor, ne yıldız futbolcu. 2010 Dünya Kupasının yarı finalinde karşılaşan iki takımın başında, yurdumdan kovulmuş iki teknik direktörün yer almış olması,
bizim futbola bakışımızı anlatıyor.
Dünya Kupalarının başlangıcından bu yana 11 kez kupalara katılan, son üç kupada yarı final oynayan Almanya Ulusal Takımının yıldızlarından biriydi Mesut Özil. Bir anda dünya futbolunun yükselen değerlerinden biri oluverdi. Bundan sonra da adından sıkça söz ettirecek olmasına şaşırmamak gerek. İşin gerçeği, doğup büyüdüğü ülkenin takımını değil de baba ocağının takımını terchih etseydi, sadece bizim tanıdığımız bir isim olmaktan öteye
geçmeyecekti. Pek muhtemel oynadığı iki kötü maç sonrası, milli takım kapıları yüzüne kapanacaktı. Hele bir de dili dönmüyorsa güzel dilimize… (Muzzy İzzet’in adını hatırlayan parmak kaldırsın!)
Oysa şimdi...
Ülkemizde görev yapmış, takımının aldığı iki kötü sonuç sonrasında tefe konulup lakaplar takılmıış, apar topar kovulmuş teknik direktörleri, futbolcuları düşününce, ortaya çıkan fotoğraf bizim futbola bakışımızı anlatıyor. Alt yapılarını tümden ıskalamış harami bir futbol düzeninde gözler, hep tercihini diğerinden yana kullanmışları arıyor. Ah Mesut ah!
Hatırlayın, yakın geçmişte kimini “Yeniköy Kasabı!” diyerek gönderdik ülkesine, kimini de “Gol makinesi diye aldık, çamaşır makinesi çıktı!” diye… Lakaplar taktık kimilerine, kimilerini fiutboldan anlamamakla suçladık, kimilerini korkaklıkla, kimilerini cahillikle... Her şeyin en iyisini bizim bildiğimizden olsa gerek!
Geçenlerde çok satan gazetelerin birinde okumuştum, “En Kötü Dünya Kupası” başlıklı trajikomik yazıyı. Dünya Kupası finalini sıkıcı bulan ve langırt masasında oyun oynamayı tercih eden arkadaşlarını adeta överek anlatıyordu, futbolu çok bilen (!) yazarımız. Hem Avrupa, hem Dünya şampiyonu olmuş takımın ardından yazdığı, “Dünya Kupası tarihinin en kötü İspanyası” ifadesi, yazının ana fikriydi. Ne hazin! Hayatla boğuşmasını futbolda çözmeye
çalışan, ahir ömründe bir kez bile bir takımın başında sahaya çıkmamış, zamanın hayli gerisinden gelen bir yazarın yazdıklarını okurken gülümsemeden edemedim. Hani şu futbolu bilmemekle suçladığı “Yeniköy Kasabı!” futbolun en görkemli kupasını kaldırırken, muhtemel o da gülümsemiştir bizim coğrafyaya doğru bakarak. Bence siz bundan sonra da futbol maçı izlemeyin, langırt oynamaya devam edin üstadım!
Konumuza dönersek, bugüne kadar oynanmış en heyecanlı Dünya Kupasında yer alamadık ama “Agora Meyhanesi”nde o pek bilindik şarkı, hicranlı bir adamın sesiyle cızır cızır çalmaya devam etti...
e futbolumuz alt yapıları ıskalamaya devam ettiği sürece, korkarım böyle gelmiş böyle gidecek...