Uzaklardan …
Bir teneke kupa uğruna her yol mübahtır nasılsa...
Geçen Pazar Kadıköy’de oynanan “Dünya Derbisini!” izlerken, yakın geçmişte Sayın Yılmaz Vural’ın Türk hakemliği üzerine söyledikleri geldi aklıma:
“Türk forvetini yeterli görmediğimiz için yabancı forvet getiriyoruz, Türk kalecisini yeterli görmediğimiz için yabancı kaleci, Türk antrenörünü yeterli görmediğimiz için yabancı teknik adam... Peki, neden yabancı hakem getirmiyoruz? Türk hakemlerinin dünya futbolundaki yeri ortada… Ne Şampiyonlar Liginde, ne UEFA maçlarında, ne de Dünya Şampiyonalarında bizim hakemlere görev verilmiyor. Mısır’dan, İran’dan, hatta Afrika’dan hakemlerin görev yaptığı maçlarda gözlerimiz nafile bir umutla Türk hakemlerini arıyor. Ama dünya futbolunu yönlendirenler Türk hakemlerine güvenmiyor. Neden bu gerçeği kabullenemiyoruz? 10 sene oldu, bir tanesi gidip Avrupa’da düzgün bir maç yönetemedi…”
En çok taraftarı olanın, en çok bağıranın, en güçlünün, en zenginin her zaman kazandığı; nüfusun yüzde sekseninin üç takımdan birini tuttuğu; hakemlerin sürekli baskı altında kaldığı; adaletin saha içersinde tescil etmediği; maçların masa başında kazanıldığı ezelden bozuk bir düzende hakemlerden adalet beklemenin saflık olduğunu yazarım nicedir.
Bilirim ki, Türk futbolunda adalet istemez kimseler aslında, sadece adaletin kendi taraflarından tecelli etmesidir dilekleri... Benim güzel ve yalnız ülkemde büyük puntolarla yazılan her şeyin yalan olduğu gibi, yalandır sporcunun ahlaklı, zeki ve çevik olanının sevildiği… Yalandır ‘ebedi dostluk’ klişesi, yalandır spor basının tarafsız olduğu söylemi, yalandır Türk futbolunun marka değeri, maçtan önce birbirlerine başarı dileyen başkanların cümleleri…
Türk futbolunda aslolan;
“Bir teneke kupa uğruna her yol mübahtır, kazanan her zaman haklıdır...”
***
O gün, Türk futboluna penaltı noktasından bakarken, o maçın ve futbolun önüne geçen hakemin kararlarını izlerken, bir kez daha inandım adına futbol denilen güzel oyunun bizim diyarlarda başka bir anlam kazandığına... Futbolun beşiğinde antipatik tavırları yüzünden barınamamış, sevimsiz halleri yeteneğinin çok önüne geçmiş Emre Belözoğlu, “Herhangi bir Anadolu takımında forma giyiyor olsa kimbilir kaç maçta kırmızı kart görürdü?” sorusuydu aslında cevap arayan... Onun hemen her pozisyon sonrası hakemle didişmesini gözlemlerken, ülkesine dönmekle ne kadar yerinde bir karar verdiğini düşündüm.
Maç esnasında, penaltı noktasında sondaj çalışması yapan o futbolcuyu izlerken hakemin zavallı görüntüsü düştü ekranlara... Ama kızamadım. Haylaz bir sınıfta otoriteyi sağlamakta zorlanan acemi bir sınıf öğretmenini andıran perişan hallerini izlerken sadece acıdım, belki ona değil ama Türk futboluna... Yılmaz Vural’ın Türk hakemliği üzerine söylediklerini yabana atmamak gerekti.
Neticede, hakem dediğin bozuk bir sistemin küçük bir parçası, ta en başından beri ülkenin hastalıklı gerçeğiyle yoğrulmuş…
“Çoğunluk güçlüyü sever, Çoğunluk kazananı sever...“
Maçın bitiş düdüğü ile birlikte, sahada olmaması gerekenler sevinirken galibiyete, o maçın hakeminin omuzlarından on tonluk yük kalkmıştır şüphesiz. Zaten tribünleri dolduran binler de mutludur, hakem odasının kapısı ardına kadar açık kalsa da şimdi farketmez nasılsa... Sevinmiştir galip gelmesi gerekenler, camialarına şampiyonluk sözü verenler... Kendilerini yapılmış en küçük haksızlıkta ortalığı ateşe verenlerin, bir başkasına yapılmış haksızlık karşısındaki suskunluğudur Türk futbolunun laneti... Nicedir sözün değeri kalmamıştır.
Buraya yazıyorum, birkaç hafta sonra unutulacaktır verilmeyen penaltılar, gösterilmeyen kartlar... Çoğunluk mutlu olmuştur nasılsa. Haksızlık karşısında isyan edenlerin seslerini bastıracaktır kazanmışların gürültüsü. Nicedir gürültüden başka bir ses duyulmaz olmuştur zaten, en fazla bağıranın haklı sayıldığı coğrafyada…
Elli senede bir Dünya Kupası görmüş ‘futbol fakirleri’ diyarında...
***
Ben bu satırları yazarken, uzaklarda bu maçın yeniden oynanıp oynanmayacağı tartışılmakta... Oysa yeniden oynansa, hatta eskilerin deyimiyle “sabaha kadar oynansa” ne fark eder ki? Hakem odalarının kapıları ardına kadar açık olduktan sonra... Yeniden oynansa, aynı diyarın başka bir hakemi yönetecektir nasılsa maçı… İşler beklendiği gibi gitmezse, camiasına ne pahasına olursa olsun üç sene üst üste şampiyonluk sözü vermiş başkan hesap soracaktır, azarlayacaktır küçük bir çocuğu azarlarmışçasına…
Vereceği her karardan sonra saracaktır etrafını futbolcular, her pozisyondan sonra neye uğradığını şaşıracaktır. Hemen her kararından sonra kendisi bile şüpheye düşecektir durumdan. Şeref tribününde, “Commodus” edasıyla izleyecektir birileri onun vereceği her kararı… Aleyhlerine çalınmış her düdükten sonra uğultular yükselecektir tribünlerden... Her maçta olduğu gibi hakemin düdüğü, güçlünün, sesi en çok çıkanın elinde olacaktır.
Oynanmayacak elbet, ama bu maç yeniden oynansa bile soyunma odalarında hakemlerin başkanlardan fırça yediği, kokartlarının söküldüğü, futbolcuların hakemi şamar oğlanına döndürdüğü başka bir zaman dilimini gösterecektir en fazlasından takvimler…
En fazlasından, tarih tekerrür edecektir...
Yaşamın hiçbir alanında adaleti sağlayamamış bir ülkenin, futbolundan adalet beklemek saflığa delalet eder. Benim ülkemde futbol dedigin yaşamın sahaya yansımasıdır zira...
Penaltı noktasından Türk futboluna bakarken ortaya çıkan karanlık fotoğrafta görünen futbolun marka değeri, penaltı noktasında sondaj çalışması yapan futbolcunun sportmenliği kadardır...