Babalarımızla alıştık sarı-lacivert renklerin sevgisine… Korkulu bir heyecan vardı içimizde… İlk maçımızda, ilk kez bu kadar kalabalığa ve gürültüye şahit olmuştuk. Nereden bilecektik ki korkarak gittiğimiz yer daha sonra iki hafta sevgisiyle özlem çektiğimiz yuvamız olacaktı. İki, üç maç derken alışmaya başladık gürültüsüne, kalabalığına… Hatta benimsedik o renkleri… Atkımız, şapkamız da oldu.
Çocuk ağzımızla ilk tezahüratımızı da öğrendik: “GURURLUYUZ, GÜÇLÜYÜZ, ANKARAGÜÇLÜYÜZ!”
Hiçbir çimen bu kadar güzel kokmadı burnumuza… Lahmacunu orada öğrendik, içinde çok et olmasa da... Babam ofsaytı anlattı bana orada; defalarca çok anlamasam da anlamaya çalıştım. Önceleri yadırgadığım gol sevinci sonraları en çok özlemim oldu. İlk canlı golü, kırmızı kartı, polisten kaçmayı, hoş olmasa da ilk kavgayı orada gördüm. Annemin hijyen kurallarını orada yıktım. Bana kaç defa söyledi annem, dışarıda açıktan yemek yeme diye… Ama çok acıkınca maç kuyruğunda, dayanamadım yedim eşek köftesini… Hayatımda ilk kez bir yere girmek için orada altı saat kuyrukta bekledim; sıkılmadan usanmadan... Heyecanla ve umutla gidip, zaman zaman yenilince ağlayarak döndüğüm yer de orasıydı. Ben Gençlik Parkını hep bugi bugiler ve çarpışan otolarla bağdaştırırdım. Bilemezdim ki büyüdüğümde Gençlik Parkı çocukluğumdakinden daha anlamlı bir yer olacaktı; çukuruyla, kafeleriyle…
Ben Tandoğan’ı sadece meydan, garı da trenlerin durduğu yer olarak bilirdim çocukken. Hâlbuki oraya gitmek için bana açılan yol oldular sonraları. Bademciklerim şiştiğinde yatağım dışında yattığım tek yer orası oldu. Cayır cayır ateşim vardı, hava buz gibiydi ve bana yumuşacık gelen tahta sıralarında yatıp bekledim maçı… Annem, babam, sevgilim arkadaşlarım bana oraya gittiğim için düşman oldular; umurumda da olmadı hani doğrusu… Kapalısını, açığını ve kale arkalarını hep sevdim oranın. Aramızda kalsın, yavuklumun mektuplarını orada açar okur, çok keyif alırdım. Üzüldüm, orada açtım derdimi… Sevindim, orada paylaştım sevincimi… Şimdi halen görüştüğüm otuz yıllık arkadaşlarımı orada tanıdım. Kimisiyle iki haftada bir, kimisiyle her gün görüştüm ama her zaman hep berabermiş gibi hissettik birbirimizi. İnsan nerden bilir ki kırk sene önce oturduğu koltukta oğlu ile beraber oturacak? İşte biz ortada oturduk, sanki aradan bir yıl geçmemiş gibi… Aynı atkıları, şapkaları çocuklarımıza da oradan aldık. Babalarımız maçı görelim diye bizi sırtına alırdı; biz de orada omzumuza aldık çocuklarımızı… Hayatta her şey aynı kalmadığı gibi bizimle beraber orası da yaşlandı. Ama kanser de olmadı ya, tedavi edebilirlerdi Hemen vazgeçtiler; nankörlük edip terk ettiler. Kırk yıllık sevgimizden nasıl vazgeçeriz bir anda?
Yazın güneş olduk çimenlerine… Kışın kar tanesi bembeyaz… İlkbaharda tomurcuk olup açtık. Sonbaharda kuru, sarı yapraklar gibi döküldük. Umutlandık, duygulandık, üzüldük, sevindik. Ana babamız hariç bu kadar sevgimizin sürdüğü bir şeyimiz olmadı.
YOK YOK! BİZ ORAYI ÇOK SEVDİK. DAHADA SEVECEĞİZ. BELKİ DAHA YENİ, DAHA GÜZELLERİ VAR AMA BİZ ORADA BÜYÜDÜK. BAŞKA YERDE MUTLU OLAMAYIZ Kİ! BAŞKA SEVGİYE ALIŞAMAYIZ Kİ!
İNSAN ÇOCUĞUNUN ANNESİNE VEFASIZLIK EDEBİLİR Mİ? BİZİM EVLADIMIZ ANKARAGÜCÜ, ANASI DA 19 MAYIS STADIDIR! BU DA BÖYLE BİLİNE! ÇÜNKÜ BİZ ORADA BÜYÜDÜK!