Uzaklardan…
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
Ama incinirsin...
Özdemir Asaf
Soğuk bir Şubat ayının son günlerinde, eski adıyla UEFA Kupası eleme maçında ’bizim büyükler’ Avrupalı rakipleri karşısında. İlk maçında, deplasmanda avantajlı bir sonuç elde eden Galatasaray’ın rakibi Atletico Madrid, bu maç öncesinde ‘La Liga’da 13. sırada... Kendi liginde oynadığı 23 maçın 10’unu kaybetmiş. Lider Barcelona’nın 31 puan gerisinde... İspanyol takımının değeri 170 milyon Euro, Galatasaray’ın 130 milyon... Sarı-kırmızılı takım her sezon olduğu gibi, bu sezon da Türkcell Süper Ligin şampiyonluk adaylarından...
Bu noktada, Galatasaray’ın kadrosunda yer alan ‘Giovani dos Santos’a ayrı bir parantez açmak gerek. Zira onun transferi, bizim takımların futbola bakış açısını özetliyor aslında. Hikayesi 2008 senesinin Haziran ayında, Barcelona’dan 4.7 milyon Sterlin karşılığında kuzey Londra’nın Tottenham Hotspurs takımına transfer olmasıyla başlıyor. Tarihinde Şampiyonlar Liginde yer almışlığı olmayan, İngiltere’de en son şampiyonluğunu yarım asır sene önce yaşamış takımdaki ilk sezonunda, ancak 7 maçta forma şansı buluyor Meksikalı forvet. Sonra 2009 senesinin Mart ayında, bir alt ligde, Championship’de mücadele veren İpswich Town’a kiralanıyor. Sezon sonuna kadar sekiz maçta forma giyiyor Dos Santos. Sonra Ocak ayında ülkemize ‘kiralık’ kontejanından giriş yapıyor, kendisini karşılamaya gelen binlerce taraftarın tezahüratları arasında. Premier ligin çok da ahım şahım olmayan bir takımında forma şansı bulamayan çaylak bir futbolcu, benim ülkemde ayağına top değmeden baş tacı ediliyor. O bile şaşırıyor bu abartılı duruma.
Sonra...
Sonrası gelmiyor elbet. Daha önce defalarca izlediğimiz kötü bir filmi yeniden izliyoruz ulusca. Daha önceleri ‘yıldız’ sıfatıyla transfer edilen niceleri gibi, o da kenardan bakıyor çoğu zaman olup bitene. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip bir ülke, dermanını dışarılarda ararken, ıskarta futbolcuların ve menajerlerin cebi doluyor, hem de fazlasıyla. Türk futbolu giderek Katar’a benziyor, malum karşılığı olmadan harcanan onca para...
Bu maç sonunda, kendi liginde şampiyonluğa oynayan Galatasaray, havlu atıyor vasat İspanyol takımı karşısında. Tıpkı, İspanya Milli Takımı karşısında toz duman olmuş, son elli senede Dünya Kupalarına ancak bir kez katılabilmiş Ulusal Takım gibi... Tepetaklak evine dönüyor. Onca fakirliğin, onca kabullenmişliğin, onca ezilmişliğin, onca garibanlığın, onca küçük olmayı hepten kabul etmişlerin arasına, ‘Üç Büyükler’ masalına.
***
O maçtan hemen sonra, ‘Kadıköy Cehenneminde!’ diğer büyüğün maçı başlıyor. İlk maçını deplasmanda 2-1 kaybetmiş Fenerbahçe, yaş ortalaması 24.9 olan Fransız rakibi karşısında tur şansı arıyor. Ülkenin bunca sorununun arasında, gündemin ilk sırasına yerleşmiş Guiza, ilk onbirde başlıyor maça. İlk yarıda fena oynamıyor Fenerbahçe. Aradığı golü bularak 1-0 önde kapatıyor devreyi.
İkinci yarıya tutuk başlıyor sarı lacivertli takım. Lille takımının en iyisi, 1991 doğumlu Belçikalı kanat oyuncusu Eden Hazard’ı durduramıyor bir türlü. Gol bağıra bağıra geliyorum derken, 87. dakikada Türk futbolunun çaresi bulunmayan hastalığı bir kez daha nüksediyor, duran bir yan toptan golü kalesinde görüyor Fenerbahçe. Bizim cehennem sandığımız, cennet oluyor başkalarına, umutlar sonraki bahara kalıyor.
***
‘Kurşunlu’ Türkcell Süper Ligin marka değerinden dem vuruyorlar sürekli. Ligimizin, Avrupa’nın en kaliteli liglerinden biri olduğunu anlatıyorlar ballandıra ballandıra, inanlara. Sadece üç takıma ait futbol programları eksik olmuyor televizyon kanallarından. Haksız rekabet kanser misali sararken bünyeyi, 17 takımlı bir ligde borç batağında sürünmekte olan kulüplerimiz değil, Guiza’nın form durumu gündemi tayin ediyor.
Sonra kendi liginde, mehter marşı temposunda oynayan, sezona 7’de 7 yaparak başlamış, üstelik kadrolarında yığınla yabancı bulunan iki takım, ‘La Liga’nın 13’üncüsüne, Fransa’nın 5’incisine yenilerek veda ediyor Avrupa Kupalarına. Bir yazık yalan, her Avrupa macerasında acıtarak bakıyor yüzümüze. Kendi ligimizin şampiyonu, Şampiyonlar Liginde figüran oluyor, toz duman oluyor. Kendi evinde oynadığı üç maçta da yenilip grubunu sonuncu olarak tamamlıyor.
Naklen yayın ihalelerinde milyon dolarlar uçuşurken, Premier Ligin ıskartalarını havaalanlarında meşalelerle karşılıyor taraftar. Tribünler boş kalırken, kıraathaneler doluyor. Sonu ta başından belli, sadece üç takımla kafayı bozmuş beter bir futbol düzeni, kocaman bir yalanı anlatıyor görmesini bilenlere.
Ve işin en hazin tarafı, en büyük bedeli bu bozuk düzenin zenginleri ödüyor. Onca transfer, onca taraftar, onca beklenti... Ama olmuyor. Zira ‘büyük’ demekle büyük olunmuyor. Başta spor basını olmak üzere, ülkenin futbolunu sadece üç takıma endeksleyenler, lanetli bir hastalığı genç nesillere bulaştırıyor sırf bozuk düzen devam etsin diye. Sırf gazeteler daha çok satsın diye, yalan devam etsin diye, reyting diye.
Haliyle rekabetsizlik kader oluyor....
***
Daha önce de yazmıştım, siz ne kadar doğruluğuna inansanız da, ‘üç kişilik’ paranoyak bu aşk masalının hükmünün Edirne’den öteye geçmediğini. ‘Üç Büyükler’ masalının yalnızca Türk’ün Türk’e propagandası olduğunu, ne zaman kendi yalan dünyamızdan gerçeğe yelken açsak, sonucun neredeyse her zaman hüsranla sonuçlandığını…
En büyük Türk yalanının, Avrupa arenalarında her tekinsiz gecenin bitiminde tokat gibi yüzümüze vurulduğunu…
Daha önce de yazmıştım, kendi ligimizde rekabeti yakalamadan, Avrupa’da başarıyı yakalamanın imkânsız olacağını…
Nüfusun yüzde doksanının yalnızca üç takımla ilgilendigi, diğerlerinin figüran olmaktan öteye geçmediği bir coğrafyada futbolun asla ilerlemeyeceğini…
Başarının yolunun rekabetten ve adaletten geçtiğini, futbolu Anadolu’ya yaymanın elzem olduğunu...
Ve rekabet olmadan başarı olmayacağını…
Daha önce de yazmıştım...
Ama yalanlar istiyorsanız yalanlar söyleyeyim.
İncinirsiniz...