Turnuvanın kalitesi diğerlerinin nispeten altında kalan grubu olan A grubunda, bir zamanlar bizim de talibi olduğumuz Avrupa’nın Brezilya’sı ünvanının meşru sahibi Portekiz yetenekli hücumcularını, Scolari’nin geçmişine oranla en azından daha az korkak bir tarzla birleştirince özellikle Çek Cumhuriyeti maçında su yüzüne çıkan savunma defolarına rağmen zorlanmadı. Savunmada önemli zaafları olan, fakat yetenekli hücumculara sahip Türkiye’nin istikrarsız kadro ve sistem seçimlerine rağmen, tamamen bozmaya yönelik bir oyuna teşne İsviçre ve Çek Cumhuriyeti önünde gruptan çıkmayı başarması, bu turnuvadan itibaren futbolun yeniden atletlerle değil iyi futbolcularla oynanan bir oyun olmaya doğru evrileceğinin en önemli göstergelerinden biriydi. Turnuva öncesi 4-3-3 oynayacağını açıkça beyan eden Fatih Terim’in milli takımı bu turnuvayla birlikte moda sistem olmaya terfi eden 4-3-3 hariç her sistemle oynatması da, takımımızın ve teknik heyetimizin sistem, oyuna bakış ve kadro gibi konularda kafasının ne kadar karışık olduğunu ispatlar nitelikteydi. İlk maça Portekiz’in etkili kanat adamlarını durdurmak üzerine bir anlayışla 4-4-2 dizilişiyle çıktık ve bu turnuvada rakibi durdurmayı önceleyen her takımın karşılaştığı acı sonla yüzleştik. İsviçre maçında hava ve saha koşullarına uygun olarak maç içinde defalarca değiştirilen sistem, kötü bir senaristin abartılı yazdığı bir film senaryosuna benzeyen Çeklerle oynadığımız kader maçında yeniden 4-4-2’ye dönse de, alınan hayırlı sonuç ve Terim’in medya ile düelloları sistemsizliği kolayca unutturdu herkese. Bu grupta Terim’in çok iyi bir forvet olan Nihat’ı ısrarla santrafor( forvet santrafor farkı yakında bu köşede!), iyi bir orta saha oyuncusu olan Hamit’i ısrarla sağ bek oynatması, Brückner’in Baros dururken Koller ile kontratak aramaya kalkması diğer hatırı sayılır acayipliklerdi.
Modric, Kranjcar ve Rakitic gibi ilerleyen yıllar için bolca güzel futbol vaat eden yeteneklerden oluşan nitelikli bir nesille sahne alan Hırvatlar, hevesli bir hücum futbolu ile temkinli robot Almanların önünde lider oldular ve biz “güzel futbol severler” i futbolun geleceğine dair biraz daha umutlandırdılar. Löw’ün, sahada ne yaptığını kendi de pek bilmeyen Gomez’de ısrarı, Avusturya’nın bol kıvılcımlı fakat acemi futbolu, Polonya’nın yine bir büyük turnuvayı kubbede hoş bir seda bırakmaksızın terk etmesi B grubunun diğer dikkat çekici unsurları idi.
Ölüm grubunda hasletlerini yukarıda bir bir sıraladığımız Portakallar, bol paslı kolektif total futbolları ile rakiplerini grubun adına uygun bir biçimde öldürdüler. Gerçi yaşlılık ve doygunluk sendromu yetmezmiş gibi bir de uzun süredir Domenech zede olan bir başka anti futbol takımı Fransa’nın ve yine Piturca’nın durdurmayı önceleyen futbolu ile bekleneni vermekten çok uzak olan Romanya’nın öldürülmeye dahi ihtiyacı yoktu desek yeridir
D grubunda ise gittiği her milli takıma önce futbol olarak sınıf, daha sonra büyük turnuvalarda tur atlatan mucizelerin adamı Hiddink’in Rusya’sı, anti-futbol devrinin kapandığını acı bir tecrübe ile öğrenen Yunanistan’ı ve eski gücünden hayli uzak görünen İsveç’i saf dışı bıraktı ve Villa-Torres ikilisinin yanısıra süper pasörlerden oluşan (Iniesta-Fabregas-Xavi) orta sahası ile can yakan İspanya’nın arkasına takılarak çeyrek finalist oldu. Böylece D grubu da tıpkı diğer gruplar gibi güzel futbolun dönüşünü, makineleşmiş renksiz robotların yavan mücadelesini “günümüz futbolu” diye yutturan ön libero severlerin ezberlerinin nihayet bozulacağı günlerin yaklaşmakta olduğunu biz “güzel futbol severler” e müjdeledi.
Uzun lafın kısası şu ana değin tam bir karnaval havasında geçen Euro 2008, daha ilk turu ile uzun süredir yavanlaşma ve tek düzeleşme trendinden muzdarip olan futbolun, yeniden müritlerini statlara koşturacak muhteşem bir dönüşe hazırlandığının habercisi oldu ve biz “güzel futbol severlerin” kalbini şimdiden kazandı.