Kötü sıcak. Kızgın güneş Ankara’yı hınç alırmışçasına yakıyor. Cayır cayır yakıyor. Futbol sezonun henüz açıldığı, sakil bir Arap şehrini andıran Başkent’in, Melih Gökçek gazabına uğradığı susuz, huzursuz günlerde, dolmuşun birinde…
Altı-yedi yaşlarında ki çocuk,
‘Fener yendi değil mi dün akşam baba…’ diye soruyor, sonra daha cevabı bile beklemeden “Hangi takımı” diye devam ederek.
Belli ki, futbol bilinci henüz bir temele oturmamış…
O sessizliğin ortasında, baba başlıyor anlatmaya, heyecanlı;
“Anderlecht” diyor, “Avrupa takımı” diyor, “Carlos, Alex, Lugano”. Konuştukça sesi yükseliyor. Konuştukça övünme halleri artıyor. O konuşurken, anlatılanları anlamaya çalışıyor küçük çocuk.
“Beşiktaş’ı mı yendik…“
Hayır” diyor baba, “Söyledim ya, Avrupa takımı…”
Heyecanla anlatıyor, “Biz en büyüğüz …” filan diyor…
İşte o anda, tam da ses tonunun yükseldiği anlarda, o sıcakta, dolmuşun tam ortasında. Can alıcı soruyu soruyor çocuk, yaşından beklenmeyecek bir edayla, pat diye soruyor.
“Beni ne zaman maça götürcen baba?”.
Önce duymuyor soruyu baba, belki de duymazdan geliyor, anlatmaya devam ediyor,
“Carlos, Alex, Lugano...”
Ama yine soruyor küçük çocuk.
“Beni ne zaman maça götürcen baba?’
Duruyor baba, beklemiyor bu soruyu.
“Maça gitmek mi? İşte o zor…” diyor.
“Biliyorsun burası Ankara, biz burada yaşıyoruz, İstanbul’da yaşasaydık belki giderdik ama biz Ankaralıyız, o yüzden zor…”’ diyor.
Ve ekliyor,
“Aslında, bende gitmek istiyorum ama…”
Sonra, televizyondan izlediği her cümlesinden belli maçı, oğluna anlatmaya devam ediyor,
“Carlos, Alex, Lugano…”
Öylece bakıyor çocuk, babasının söylediklerini tekrarlıyor. O dolmuşta, o sıcakta baba hararetle anlatıyor…
***
O gün, o sıcakta, o dolmuşta, babasının tuttuğu takımın taraftarı bir çocuk daha saflara, çoğunluğa katılıyor. Bir çocuk daha klonlanıyor. Bir çocuk daha, büyürken kendi şehrinden uzaklaşıyor.
Bir çocuk daha…
Hemen herkesin zengin ve güçlüden yana olduğu, hemen herkesin yedi tepeli bir şehre sevdalı olduğu, hemen herkesin üç takımdan birini tuttuğu;
teflon saflara katılıyor.
Beter düzenin saflarına…
Taraftarı olduğu takımı yalnızca televizyon kanallarında izleyen, stadının yolunu bile bilmeyen, balkona bayrak, arabaya çıkarma asmayı, galibiyette havaya sıkmayı taraftarlık bellemiş, şehir milliyetçiliği gelişmemiş, kendi şehrinin değerlerine sahip çıkmayanların arasına…
Zafer avcılarının saflarına…
***
Çok bilindik bir futbol cümlesidir,
“Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak…” derler, tam Türk’ün futbol anlayışını özetleyen.
Buna benzer bir cümleyi İngiltere’de söyleseler,
“Bir gün herkes Manchester United’lı olacak…’ deseler mesela, malum İngiliz futbolunun en zengin takımı.
Onca Manchester City, Arsenal, Liverpool, Middlesbrough, Bolton, Everton, Leeds United, Tottenham, Chelsea, West Ham United, Nottingham Forest, Newcastle United vs vs taraftarına şaka gibi gelir bu cümle.
Gülerler söyleyene. Çatlayana kadar gülerler…
Zira futbolun beşiğinde şehir milliyetçiliği gelişmiştir ve haliyle rekabet. Taraftar, kendi yöresinin takımını tutar, maçına gider, sezonluk biletini alır ve hal ve gidişi ne olursa olsun takımına destek verir.
Bizde ise…
Çok küçükken, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü zamanlardan beri süregelen beter düzen. Yıkmak ne mümkün. Futbol, her daim üç İstanbul takımına dair. Spor sayfalarında, hep aynı teraneler, Pazar akşamları televizyon kanallarında hep aynı takımların bitmez görüntüleri. Canlı yayınlar, üçlü oligarşinin futbol ulemaları, tartışmalar. Beter düzenin çocukları, yurdun her köşesinde yaşar İstanbul’u, gitmeseler de, görmeseler de. Futbol deyince, neredeyse tüm ülke ‘İstanbulludur’ aslında.
Benim yurdumda, küçük çocuklar, stadını şöyle dünya gözüyle bir kez bile görmenin mümkün olmadığı uzak takımlarının masalları ile büyürler…
“Carlos, Alex, Lugano…”
Her sabah uyandıklarında, gazetelerin spor sayfalarında yalnızca üç takımın haberlerini okumaya alışmış, her spor programında üç takımın ninni tadında haberlerini dinleyen beter düzenin çocukları, bir gün mutlaka üç takımdan birini tutacaklardır, zira çocuk ne görürse onunla büyür.
Dibine kadar televole kültürü ile yoğrulmuş, lümpen, popüler bir kültürü özendirme durumu bizim taraftarlığımız. Spor sayfalarında, televizyon kanallarında.
Bunca tele-taraftar arasında, haliyle tavan yapar dekoder satışı…
Bir gün herkes Fenerbahçeli olmasa da güzel yurdumda, bir gün hemen herkes üç İstanbulludan birinin taraftarı olacaktır. Sistem bunu istemektedir zira.
Çocuklar, babaların izlerinden yürür zira.
Asla takımının stadını göremeyecek olsa da…
***
O yüzden, bir şişe su parasından bile ucuzken maç biletleri, Ankara takımları boş tribünlere. O yüzden, Antep’de, Urfa’da, Samsun’da, İzmir’de doğup büyüyen İstanbul taraftarları. O yüzden, yalnızları oynarken Anadolu şehirlerinde statlar, tıka basa dolu kahvehane manzaraları…
O yüzden tele-taraftar kültürü, o yüzden dekoder satışları, o yüzden ”Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna verilecek cevap mutlaka ama mutlaka üç takımdan biri olmalı, soruyu soranı şaşırtmama adına…
O yüzden dolmuşta ki çocuk, o yüzden İstanbul sevdalısı, Ankaralı baba…
O yüzden lig kurulduğundan beri aynı kısır döngü…
O yüzden…
Bugün, o masalı babasından dinleyen küçük çocuk, yarın kendi çocuğuna anlatacaktır.
Şimdi, söyle dönüp bir bakın etrafınıza, kulak verin, başka şehirlerde yaşayıp İstanbul takımlarına tutkun, hayatında takımının stadını görmemişleri, tele-taraftarları göreceksiniz…
O yüzden,
Türk futbolunda;
“Beni ne zaman maça götürcen baba?”
sorusu nafiledir…
Türk futbolunda aslolan İstanbul masalıdır…