Gençlerbirliği küme düştü. Bu gerçekle yaşamak zorunda kalacak olmak şöyle dursun şu cümleyi yazmak bile insanı nefessiz bırakıyor. Yine de her büyük felaketin ardından söyleneceği üzere hayat da devam ediyor. Peki hal buyken, tüm süreci en baştan tekrar anımsamanın canımı yakacağını bildiğim halde neden bu yazıyı yazıyorum? Öncelikle şu şerhi düşeyim: Bu anlamaya çalışan, neden düştük sorusuna cevap aramaya çıkan bir yazı değil. İki sebepten değil. Birincisi herkes bu kulübün düşmediğini, Murat Cavcav ve Ümit Özat ortaklığında düşürüldüğünü biliyor. Üzerine paragraflarca yazabilirim ama bir önceki cümle tüm yazdıklarımı ikame etmeye yeter de artar. Aylardır hayatımda Ümit Özat gibi tüm yaşam enerjimi kurutan bir figür var ve hazır hayatımdan çıkmışken tüm süreci sil baştan Özat üzerine düşünerek açıklamaya çalışacak enerjiye henüz sahip değilim. İkincisi geçenlerde rast geldiğim Ulus Baker’in “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret” vecizesi bana anlamak kadar duyumsanın değeri üzerine düşündürdü. Ve şu anda, basit bir taraftar olarak, benim ihtiyacım olan anlamaktan ziyade iç dökmek ve yas tutmak. Dolayısıyla derdim bu süreci nasıl yaşadığımı, neler hissettiğimi anlatmak; bundan seneler sonra dönüp baktığımda her bir ânı tekrar anımsamak ve benim gibi bu çileyi çekmiş insanların bir şekilde hafızası olmak. O nedenle bu kabus sezonun son periyodunda kişisel olarak neler yaşadığımı Galatasaray maçından başlayarak fragman fragman anlatmaya çalışacağım; en derinden yüreğime işlemiş anlara odaklanarak. Umarım anlatmaya çalıştığım hepimizin hikayesi olur.
Aslında düştüğümüze Akhisar maçından sonra ikna olmuş durumdayım. Takım rakip tarafından sahadan silindiği maçta son dakikada şans golüyle bir puana ulaşmış olsa da Ümit Özat’la sürecek bir hikayenin bizi alt ligin sularına sürükleyeceği ortada. Galatasaray maçına giderken de bu hislerle yola koyuluyorum. Metroda üzerinde Beşiktaş poları olan bir taraftar “Maç ne olur” diye soruyor. “Fark yeriz; sezon sonunda da küme düşeriz” diye cevaplıyorum. Farklı taraftarlık halleri farklı düşünme biçimlerini beraberinde getiriyor: Kazanmayla taraftarlığı eşleştirmiş bir düşünme biçimi “E madem öyle niye maça gidiyorsun” diye karşılık veriyor. Polarındaki Beşiktaş amblemini göstererek “Kazanmak için taraftar olsaydım ben de bunu giyiyor olurdum” diye cevaplıyorum. Yüzünde mahçup bir tebessüm belirirken bir süre ikimiz de sessiz kalıyoruz. Biraz sonra “Gençler kazanacak, görürsün” diyor. Hiç mi hiç inanmayarak “Keşke” diyor ve Ulus durağında iniyorum. Galatasaraylı taraftarların Gençlerbirliği tribününe tebelleş olmasıyla stad çevresinde uzun süredir görmediğim bir kalabalık ve gişelerde de uzayıp giden kuyruklar var. Benim hakikaten fark yiyeceğimizden çok emin bir şekilde gittiğim maçta haklı çıkan metrodaki Beşiktaşlı taraftar oluyor. Birinci sınıf bir defansif konsantrasyonun ve taktiksel sadakatin ortaya konduğu maçta beraberlik için skorboardun saniyelerini süzerken soldan bir anda Manu’nun fırlaması ve Alper’in hemen yanında bitivermesiyle ancak ve ancak metafizik kanunlar çerçevesinde açıklanabilecek ilahi bir gol atıyoruz. Galibiyetle birlikte öyle bir mutluluk sarhoşluğu yaşıyorum ki stad çıkışından gece bitene dek yüzüme konan o kocaman gülümsemeyle vedalaşamıyorum. Şöyle bir düşününce henüz 8 yaşında bir çocuk olarak 1999’da Fenerbahçe’yi penaltılarla yenerek Türkiye Kupası’nı alışımızı televizyondan izlerken, Skoko’nun Blackburn maçında orta sahanın hemen ilerisinden aşırttığı topun süzülüşünü Saatli’de takip ederken veya Beşiktaş’a karşı 2-0’dan geri dönüşü adım adım yaşarken de muazzam mutluluklar deneyimlemiştim ama şimdi bakınca hiçbiri Galatasaray maçında yaşadığımın yanına erişemezmiş gibi hissettiriyor. Eğer gerçekten insanın yaşamı ölümünden hemen önce gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyorsa Galatasaray maçının o filmin en güzel sahnelerinden biri olacağına hiç şüphem yok.
Ertesi hafta yine hiçbir şey oynamadan, hiçbir direnç koymadan ligi kafasında çoktan bitirmiş Kayseri’ye yeniliyoruz. Ama hedef maç Osmanlıspor maçı. Maça dair uzun uzadıya anlatacak pek bir şey yok. Kendi kalibremizde, kümede kalma yarışında doğrudan rakibimiz olan bir takıma dahi diş gösteremiyor ve farklı mağlup oluyoruz. Maçtan aklımda kalan en önemli an ise Alper’in gözyaşları… Maçın bitimiyle birlikte ortadaki kapının kapalı olması nedeniyle Gecekondu tarafındaki çıkışa doğru yürürken hemen yanımızda taç çizgisinin kenarında Alper’in ellerini kafasının arasına almış bir şekilde hüngür hüngür ağladığını farkediyorum. Önce Hakan (Karakoca), daha sonra Serdar (Gürler) Alper’in yanına gidip güç bela ayağa kaldırıyor ve tünelin yolunu tutuyorlar. Takımın küme düşmesi kesinleşince arkasına bakmadan kaçıp gidecek olan teknik direktörünün ve belli ki bir an önce buradan kurtulmanın planlarını yapan altyapısından yetiştirdiği kaptanlarının küme düşmeyi zerre önemsemediği yerde henüz sekiz aydır burada olan Alper’in tüm olan bitene benim kadar üzüldüğünü görmek, en azından yüreğine dokunduğunu bilmek içime az biraz su serpiyor. Saha içinde de birileri önemsiyor diyorum, saha içinden de birilerinin geceleri uykuları kaçıyor.
Ve sonrasında Antalyaspor maçı. Öyle bir ölüm kalım maçı ki devre arasında kendisine yönelik protesto tezahüratlarından rahatsız olduğu için kombine çıkarmamaya yeltenen Cavcav’ın acizlikten tüm Ankara’yı tribüne çekmeye çalıştığı ve Ankaragüçlü dostları tribüne davet ettiği bir maç. Serüven yine metroda başlıyor. Ulus durağında indikten sonra merdivenlerden çıkarken 18-19 yaşlarında bir genç yanıma yaklaşıp “Biz bu hallere düşecek takım mıydık” diye dert yanıyor. Rüzgarlı’ya doğru seyreden muhabbetimiz aylardır hayatlarımızdaki ağırlığını arttıran ve artık altında ezilmeye başladığımız kümede kalma hikayesine geliyor. Galatasaray maçı gibi ufak çaplı bir mucize yaşamış olsam da Ümit Özat’ın liderlik ettiği takıma olan inancım tükenmiş durumda; “Biz çoktan küme düştük” diyorum. Onun itikadı benimki kadar noksan değil, “Bence hala bitmedi, bu maçı kazanırsak kalacağız” diyor. Israr etmiyorum, Gençlerbirliği küme düşerken benim de yalanlara inanmaya ihtiyacım var. Ankaragüçlülerin de varlığıyla tribüne girdiğimde müthiş bir coşkuyla karşılaşıyorum. Maraton hınca hınç dolu. C Blok’un en tepesinden aşağıya dek uzanan devasa bir bayrak dalgalanıyor. Tribünden sahaya akan müthiş bir destek var. Takım da bu desteğin verdiği rüzgarla bilhassa ilk 20-30 dakikayı iyi oynuyor. Skuletiç ve Marko’yla birkaç pozisyona dahi giriyor. Ama Antalya’nın tempoyu düşürüp uyutmak üzerine kurguladığı futbolu hem takımın hem tribünün coşkusunu kırıyor. Maçın son bölümüne girilirken de Doukara bir anda Hopf’la karşı karşıya kalıyor ve en itikat sahibimizin dahi inancını oracıkta yok edecek bir gol atıyor. O birkaç saniye içinde herkes küme düştüğümüzü biliyor. Hemen birkaç dakika ardından Pogba ile Ahmet Oğuz arasında sahayı terketme kavgası cereyan ediyor. Maçın başında Sessegnon ve Jailton’un birbirinin üzerine yürümesinin aksine bu seferki vakada Gençlerbirliği futbolcuları birbirlerine saldırıyor. Ümit Özat gibi bir karakterin tribünden oyuncu grubuna, oradan yönetim katına dek yalnızca bir buçuk senede tüm kulüpte yarattığı erozyonun zirve noktası iki Gençlerbirliği oyuncusunun birbirini boğazlaması, yumruk atması oluyor. O gün maç sonrası yapacağımız canlı yayında dile getirdiğim gibi, Gençlerbirliği’nın gıpta edilecek değerleri Ümit Özat’ı dönüştüremezken, Ümit Özat’ın mide bulandıran karakteri Gençlerbirliği’ni dönüştürüyor ve kendine benzetiyor. Son on küsür dakikada Cavcav ve Özat’a maratonun tümü tarafından yöneltilmesi gereken öfke sadece Alkaralar ve Kardeşler’den duyuluyor. Tribünün geri kalanıysa nedendir bilinmez sessiz kalıyor. Hakem bitiş düdüğünü çalar çalmaz Pogba’ya hesap sormak için tünele sprint atan Zeki Yavru’nun aksine Sessegnon ile Palitseviç tribünün önüne geliyor. Sessegnon taraftara teşekkür mahiyetinde tribünü alkışlarken Palitseviç “Elimden geleni yaptım ama olmadı” minvalinde reveransvari bir hareketle kollarını açarak özür diliyor. Hemen arkasından da Hopf, bir ömür boyu burada kalmasını istediğim Hopf… Hopf da tribünün önüne gelip özür diliyor ama gözyaşlarını sildiği formasına kapanıp gitmeye çalışsa da sahayı terkedemiyor. Orta saha yuvarlağına kadar yürüyor ve donup kalıyor. Onu teselli etmeye gelen Gökhan Tokgöz oluyor. Uzun uzun sarılıyor, konuşuyorlar. Hopf da gittikten ve saha içinde kimse kalmadıktan sonra bu sefer oturduğu koltuğa yığılıp kalan ben oluyorum. Boş gözlerle sahaya bakıyorum. O anların ağırlığını anlatmak zor.
Yazının başında dediğim üzere Akhisar maçından beri küme düştüğümüzü biliyorum, dolayısıyla uzun bir süredir kendimi buna hazırladığımı sanıyorum ama o anda insanın aklını ve kalbini paralize eden bir şeyler oluyor. Düşünemiyor, duyumsayamıyor, hareket edemiyor. Sadece ve sadece inanmak istediği bir hülyaya tutunuyor, bir şeyler olsun, bir şeyler olsun ve bunların hepsi bir kabusmuşçasına uyansın istiyor. Çok değer verdiğim insanları kaybetmiş olsam da hayatım boyunca çok yakınımda olan birini kaybetmedim. Ne bileyim, bir aile üyesinin, çok yakın bir arkadaşın veyahut bir sevgilinin yokluğuyla yaşamak nedir bilmiyorum ve tüm bu hikayeyi aşırı dramatize ederek ucuzlaştırmak da istemiyorum, ancak şimdi bakınca o koltuğa çivilenip kalmışken hissettiklerime yakın bir yokluk hissi olsa gerek diyorum. Gençlerbirliği benim 8 yaşımdan beri, neredeyse 20 yıldır arkadaşım ve ilk defa kendimizi böyle bir felaketin kucağında buluyoruz. Orada ne kadar öyle kaldığımızı hatırlamıyorum; belki 15, belki 20 dakika. İlk önce Bülent Abi “Hadi beyler” diyor. Birkaç kişi ayaklanıyor. Az biraz sonra Serkan abi “Özhan, hadi” diyor. Ne kadar istesem de sonsuza dek arafta kalamam, dünyaya dönme vakti! Donup kaldığım o koltuktan kalkmak üzere yapacağım ilk hareketin Gençlerbirliği’nin küme düştüğünü kabullenmem anlamına geldiğini bilerek teslim bayrağını çekiyorum. Hareketlenip merdivenleri inerken İstanbul’dan gelen ekip bizi teselli ediyor. Görmüş geçirmişlikten mi yoksa uzaktan bakmanın getirdiği serinkanlılıkla mı bilmiyorum ama Akşit Abi, Onur Abi, Nevzat Abi; hepsi bizden daha bir vakur duruyor. Stad ile Rüzgarlı kapısı arasındaki kısa yolu yürürken ayakları geri geri gitmek ne demek ilk kez o zaman anlıyorum. Aklım ve yüreğim arasında müthiş bir savaş cereyan ediyor. Aklın seni bu dünyaya döndürmek isterken yüreğin stada geri dönüp her şeye yeniden başlamak istiyor. Hal bu olunca yürümüyor adeta sürükleniyorsun, gerçeklik seni sırtından tutup itekliyor ve sen boyun eğiyorsun. Sonrası Eskiyeni’ye gidiş, bir süre kimsenin ağzını bıçak açmaması, Özat’ın istifa haberi…
Son maç… Bursaspor maçı… Hala yazacak bir dünya şey var: Ekin’le stada doğru yürürken tüylerimizi ürperten ıssızlık, tribündeki taziye evi ağırlığı, 19 Mayıs’a son kez dokunmak, ne kadarlığına bilinmez şekilde Süper Lig’e veda ve insanın metanetini yaşamasına dahi müsaade etmeyen Zeki Yavru’nun densizlikleri… Evet, yazacak bir dünya yara ve unutulmaması gereken bir kabus var ama fazlasıyla uzayan bu yazıya da bir yerlerde son vermek gerekiyor. Beylik laf ama hakikaten insanın kurtuluşunu kucaklayabilmesi en büyük felaketini yaşamasından geçiyordur belki de. Küme düşmenin bu kulübün yeniden ayağa kalkması için deneyimlemesi gereken bir tecrübe olduğunu uzun süredir düşünen ben için bu bir sondan ziyade bir başlangıç. Dünya güzeli şarkı Le Vent Nous Portera’da Bertrand Cantat “Rüzgar onu götürecek/ Her şey yok olacak ama/ Rüzgar bizi taşıyacak” diye seslenir. Sanki bizim hikayemiz de biraz böyle. Gençlerbirlikliler olarak her şeyin yok olduğu yerde en büyük felaketimizi Bursaspor maçının gecesinde yaşadığımız ve bundan böyle en güzel günlerimizin de şafakla birlikte başladığına inanmaktan başka bir şey yok elimizde. Umut etmekten ve kendimizi kollarına bırakarak rüzgarın bizi taşımasına inanmaktan başka bir şey yok.