Geçtiğimiz sezon sona ererken bir karara varmış ve takip eden sezonda kombine alıp almayacağımı transfer döneminde kulubün göstereceği performansa endekslemiştim. Gerçekten yorulmuştum... Yorulduğum bu kulübün başarılı olmaması veyahut olamaması değil; fakat insanı bezdirecek kadar uzun süredir başarıya yönelik herhangi bir niyetinin, hevesinin, arzusunun bulunmamasıydı. El insaf yahu, bu takım bir futbol kulübüydü ve herhangi bir futbol kulübü de elindeki imkanlar ölçüsünde kendisine bir hedef belirler ve bunun için çabalar, didinir, emek verirdi; taraftarlarını aynı suda elli kere yıkandığı bir nehrin ortasında bırakmazdı.
Sonrası malum. Bu yaz neler yaşandığına bir korku filmi izlercesine an be an tanıklık ettik -ve hala ediyoruz. İlk olarak Murat Cavcav -bir gün tam da bu noktada İlhan Cavcav veyahut Murat Cavcav değil de "yönetim" yazabilmeyi hayal ediyorum- Ümit Özat'la devam etme kararı aldı, "kulübün son bilmem kaç yıldır en başarılı pozisyonu elde ettiği" mavrası basiretsiz başkanı hipnozlamaya yetmişti belli ki. Özat başarılı olsun veya olmasın, bu kulubün kapısından önünden dahi geçmemesi gereken, altyapıdaki çocuklara "bakın, böyle olmamalısınız diye" tembih edilmesi gereken bir karakterken belli ki bir süre daha akıl ve ruh sağlığımızı lime lime edecekti. Elde tutamayacağımız aşikar olan Serdar, Aydın, Selçuk gibi isimleri kaybetmenin üzerine korkunç bir transfer sezonu geçirdik. Korkunç dedirten -oyuncu kalitelerine dair bir şüpheyle birlikte- yaptığımız transferlerin neredeyse tamamının kariyeri veya geldikleri kulüp düşüşte olan oyunculardan oluşmasıydı. Skuletiç Lokomotiv Moskova'da sezon boyu yalnızca 10 maça çıkmıştı, son oynadığı resmi maç Kasım (2016) ayındaydı; Ahmet İlhan'da bu sayı 18 maçtı ve Mart ayından itibaren toplamda sadece 56 dakika oynamıştı; Serdar Özkan sezon boyu -büyük çoğunluğunda sonradan girdiği- 19 maçta forma giymişti; Diallo, Nancy'de muhtemel 3.420 dakikanın ancak 1.718'inde -%50'sinden kılpayı fazlasında- süre almıştı. Öte yandan N'Diaye Samsunspor'la bir alt ligde küme düşmekten son anda kurtulmuş; Feyenoord gibi kalburüstü bir takımda gösterdiği performansla Brighton'ı görmüş Manu'nun Hollanda Eredivise'deki takımı Go Ahead Eagles ise küme düşmeyi haftalar öncesinden garantilemişti. O transfer döneminin diğer yenilerinden Zeki Yavru'yu da, Jailton'u da, Alper Uludağ'ı da yukarıdaki çift çatallı listenin uygun bölümüne yerleştirebilirsiniz. Sonuç olarak baştan aşağıya bit pazarından mamul, amiyane tabirle 'çürük çarık' bir oyuncu topluluğuna kavuşmuştuk.
Son 10 yılın transfer stratejisine kabaca bakarsak Gençlerbirliği iki temel kaynaktan beslenmekte(ydi). Biri genç ve potansiyelli gurbetçilerken -Yasin, Jimmy, Aykut gibi-; bir diğeri yüksek profilde ve potansiyelde olmalarına karşın kariyeri düşüşe geçmiş ve rehabilite etmeyi umarak performans bekleyeceğimiz transferlerdi -Selçuk, Hleb, Serdar Gürler gibi-. Bu yaz ilkiyle olan temasımızı tamamen keserken, -bir önceki paragrafta da sıraladığım gibi- tüm ağırlığını ikinci tür transferlere veren bir strateji gördük. Ancak burada sorun şu ki, söz konusu becerilere sahip olsalar da bu tür potansiyellerinin uzağında kalmış oyuncular ancak ve ancak işleyen bir sisteme dahil oldukarı vakit verimli olabilirler. Zaten Gençlerbirliği'nin taraftar ve başarı baskısından uzak, oyuncuyu ekonomik olarak kaygılandırmayan huzurlu ortamında bir de takımın ortalama bir seviyesi ve uyumu bulunduğu vakit oyuncu da rehabilite edilmeye uygun hale gelip o işleyen çarka katılabilir ve hiç beklenmeyecek kadar özel performanslar gösterebilir -Serdar Gürler en güncel örnek işte. Ancak tüm oyuncuların düşüşte olduğu ve dönen çarka katılmak şöyle dursun, çarkı ittirmeye mecali dahi bulunmayan bir oyuncu grubuyla yola çıkarsanız ne oyuncular bireysel olarak verim gösterebilir ne de o takım sahaya kaostan başka bir şey koyabilir. Bizim başımıza gelen de tam olarak buydu. Futbol oynama hasletleri erozyona uğramış bu kadar oyuncuyla ortaya eli yüzü düzgün bir sonuç çıkarmanın olasılığı son derece düşüktü ve doğal seyri içerisinde zaman zaman parlayan bireysel performanslar olsa da geminin seyri bu rotadan pek de ayrılmadı. Bunu görebilmek için müthiş bir futbol aklı olmaya, ne bileyim dünyaya Guardiola veya Bielsa olarak gelmeye gerek yok. Ben aklı baliğ olup bu oyunu az biraz anlamaya başladığım vakitten beri bu kulüpte böyle bir transfer serbestisinin Ümit Özat dışında herhangi birine verildiğini görmedim. Tek sorumluyken, böylesine büyük bir özgürlüğe sahipken bu derece devasa bir rezilliğe ve futbol cehaletine kolay kolay tanık olunamaz.
Kombine almamaya karar vermiştim ve aslına bakarsak Karabük maçında kendime gayet iyi mukayyet de oldum, maçı televizyondan bile izlemedim. Ama o kadar işte, benim küskünlüğüm de oraya kadarmış, Fenerbahçe maçında yine paşa paşa stadın yolunu tuttum. Ve o maçta, daha ligin üçüncü haftasındayken takımın resmen orta sahasız oynadığını gördüm. Elde vardı da ben beğenmiyor değildim, takımda ne orta saha organizatörü/oyun lideri bir 8 numara ne de ince işler yapmaya yatkın bir 10 numara vardı. O maçın devre arasında yaptığımız Alkaralar canlı yayında da şaşkın şaşkın bunu dile getirmeye çalıştım. Topla en ufak bir ilişki kurma niyeti gütmeyen, orta sahaya sadece fiziken güçlü ve defansif becerilere sahip oyuncuları yerleştiren ve dolayısıyla futbol oynayamayan bir takımdı sahadaki Gençlerbirliği. Benzer oyun felsefesine sahip takımlar yok mu dünya futbolunda? Elbette var, bu sezon Premier Lig'in en büyük sürprizi olan Burnley var işte en basitinden; ama Burnley'nin orta sahası sağ bekten bozma ön liberolardan veya oyunu sadece fizik gücüyle icra eden bozuculardan oluşmadığı için topla az oynasalar dahi yüksek verim sağabiliyorlar; tempo belirleyip bir oyun kurgusu dahilinde hareket edebiliyorlar. Bizdeyse Ümit Özat toplu oyun stratejisini yalnızca pivot forvete atılacak uzun toplar ve onun servisleri ile hızlı kenar oyuncularının geniş alanda yakalayacağı boşluklar üzerinden kurgulayınca zaten ortaya böylesine aciz bir takım çıktı. Orta sahadaki teknik ve yetenek fakirliği Ümit Özat'ın toptan feraget eder aklıyla birleşince Gençlerbirliği oyunu domine edemeyen, yalnızca rakibe göre pozisyon alan, hiçbir koşulda reaksiyon üretemeyen ve her şeyden öte izlemesi ızdırap halini alan bir ekibe dönüştü. Bir de yetmezmiş gibi bu koşullara Luccas Claro gibi toplayken son derece rahat ve soğukkanlı hareket eden bir isimden N'Diaye gibi yanındaki stopere pas vermekten aciz bir isme geçince futbol terminolojisinde "build-up play" denen, bizimse kabaca "oyun kurma/inşa etme oyunu" olarak tanımlayabileceğimiz nosyonu tamamen kaybetmiş bir atletizm takımı kaldı elde. Bunun istatistiğini bulmak mümkün müdür bilmiyorum ama "hücum başlangıcındaki pas sayısı" gibi bir veriye baksak sanmıyorum bizden daha rezil bir takım ortaya çıksın. En gerideki Palitseviç-N'Diaye hattından en öndeki Skuletiç'e kadar takımın merkezinde -az biraz Scekic hariç- sorumluluk alan tek bir oyuncu yok. Bu takımın oyun merkezi -altını çiziyorum hücum merkezi değil; oyun merkezi- kenar oyuncularının sırtına yüklenmiş durumda ve biraz Serdar Özkan hariç bu oyuncuların hiçbiri o yükün altından kalkacak melekelere ve yeterliliğe sahip değiller.
Peki hal buyken ne yapmalı? Birincisi, tartışmaya dahi açılamayacak bir konu olarak, takıma en az iki tane orta saha oyuncusu alınmalı. Oyunu ve takımı kontrol edebilecek, pas bağlantılarını sağlayabilecek organizatör bir oyun kurucu 8 numara ve önde pozisyon sayımızı arttıracak, ince işler yapmaya yatkın bir 10 numara. Ve bu 8 ila 10 numaraların sezonun ilk yarısında düzenli oynamış, kariyeri düşüş eğrisi çizmeyen ve gelir gelmez ciddi katkı sunacak transferler olması şart; zaten tamamı kariyeri düşüşte olan oyunculardan kurulmuş kadronun daha fazla bu tip oyuncu taşıyabilecek takati kalmadı artık. Bu konuyu kendimce sezon başından beri yaptığımız her Alkaralar canlı yayında sıralıyorum ama herhangi bir beklenti de çok gerçekçi değil açıkçası.
Anlatmaya çalıştım, her şeyden evvel Ümit Özat'ın böyle bir futbol tasavvuru yok, ona kalırsa orta sahanın bu hayattaki işlevi rakibi bozmaktan ibaret; orada topla oynayan, en basit tabirle futbol oynayan oyuncu sevmiyor zaten Ümit Özat. İkincisi, neden kariyeri düşüşte olmayan futbolcu transferinin çok mantıklı olamayacağına dair bir anektod olarak, kuvvetle muhtemel Gençlerbirliği şu anda menajerlerin elinde oyuncak olmuş bir kulüp. Futbolcu izleme, futbolcu analiz etme, futbolcu araştırma gibi melekelerin izine kulüpte belli ki rastlanmıyor. Geçenlerde Kızılyıldız'dan Mitchell Donald'la ilgilenilirken bu sefer ilgilenilen isim onun orta sahadaki partneri Geulor Kanga oluyor. Transfer vizyonunun Sırbistan'dan ötesine geçememesini bir kenara koydum, Kızılyıldız'tan bile öteye geçemiyor. E menajerin insafına kalınca ara transferde bohçadan çıkan oyuncu da genellikle kulübünde mutsuz, oynamayan ve kariyeri düşüşte olan oyuncu oluyor. Misal bugün çıkan Sessegnon haberleri. Vergi borcunu ödeyebilmek için kulübü Montpellier'le olan sözleşmesini fesheden ve daha yüklü bir kontrat alarak en kısa sürede vergi borcunu sıfırlamak isteyen Sessegnon... Motivasyonu futbol oynamakta değil ancak konratında yazacak rakamlarda olan Sessegnon... Menajer bize bugün bohçasından Sessegnon'u çıkarıyor, transfer kimi zaman oluyor kimi zaman olmuyor.
Veyahut en basitinden Aydın ve Deniz Yılmaz transferleriyle Vedat'ın ayrılışı. Vedat'a yönelik kanaatlerin tribünde çok uçlara savrulduğu aşikar, kiminin "kazma" kimininse büyük bir potansiyel olarak yaklaştığı bir futbolcu. Fakat her ne olursa olsun, Vedat, bu sezon gösterdiği performansla düzenli bir ilk 11 oyuncusu olmasa bile iyi bir rol oyuncusu olduğunu kanıtlamıştı. Beşiktaş maçındaki, Akhisar maçındaki ve son olarak Kasımpaşa maçındaki kısa performansı gerçekten kuvvetli performanslardı. Deniz Yılmaz ise kariyeri uzun süredir düşüşte olan, bu sezon ligde yalnızca dört kez forma giymiş ve çok kısa vadede performans beklediğimiz bir uğrakta uyum probleminin üstesinden gelmesi gereken bir isim. Deniz, Vedat'tan çok daha kaliteli bir futbolcu olabilir, bu son derece subjektif ve tartışmaya açık bir konu; fakat asıl kritik olan iyi bir rol oyuncusuna dönüşmüş, takıma zaman zaman çok ciddi katkı vermiş ve her şeyden öte bu kulübün bir parçası olmuş, hatta takımın en sevilen isimlerinden biri olan Vedat'ı gönderip yerine kariyeri dibi görmüş, nasıl uyum sağlayacağı ve ne kadar çabuk performans üretebileceği muamma olan Deniz kumarını oynamak. Son derece akılcı ve ihtiyatlı bir transfer stratejisinin izlenmesi gerektiği bir uğrakta bu tip bir kumarı oynamayı ve kulübü yazın yapılanlardan hiçbir ders alınmamışçasına bir kez daha menajerlerin insafına bırakmayı ne kadar kötü yönetildiğimizin en yakın tarihli kanıtı sayıyorum.
Çok uzun ve kasvetli bir yazı oldu; güzel bitirmeye çalışayım. Tamamıyla küs geçirmeyi planladığım sezonda Fenerbahçe maçının ardından -Yeni Malatyaspor maçı hariç- tüm maçlarda tribünde yerimi aldım. İyi ki de almışım, nasıl ki kriz zamanlarında insanlar birbirlerine daha da sıkı sıkı sarılır, daha da sıkı sıkı kenetlenirlerse ben de sezon sürüp giderken tribünden yüreğime doğru akan uhrevi bir bağ hissettim. Misal Başakşehir maçında Skuletiç'in golünde uzun zamandır sevinmediğim kadar içten sevindim; sanki önceki sezonlarda atılan golleri biraz şımarık bir tavırla, biraz da sevinmem gerektiği için sevinmişim gibi hissettiren bir coşkuyla... Kasımpaşa maçında yönetim ve Özat'ı istifaya davet ederken Gezi Direnişi'nden beri hissetmediğim ve tüylerimi diken diken eden kolektif bir aşkınlık haliyle... Veyahut o tribünde değer verdiğim herkesin hayatımda nasıl büyük bir yer kapladığını tekrardan hatırlatan bir minnetle... Küme düşecek miyiz? Bilmiyorum, çok yakında yaşayarak öğreneceğiz ve hikaye kötü biterse hepimizi çok sarsan bir gelişme olacak şüphesiz; ama bunu yaşasak bile, en kötüsüyle karşılaşsak bile tribünde hemen yanınızda oturan kişiye sıkı sıkı tutunun. Bu kulübün ruhunda Murat Cavcav gibi basiretsiz bir karakterin de Ümit Özat gibi kötülük timsalinin de bitiremeyeceği bir şey var, en kötü zamanda bile insanın ruhunu sağaltacak bir şey...