Çok değil bundan birkaç yıl öncesine kadar Gençlerbirliği İstanbul takımlarının korkulu rüyası olarak bilinirdi. Öyle ki 2000’li yılların başında Gençlerbirliği ile oynanacak maçlar İstanbullular için derbi ciddiyetiyle beklenir olmuştu. Neydi o yıllarda Gençlerbirliği’ni özellikle İstanbul takımları karşısında zaferlere taşıyan ? Hayır, bu soruyu tekrar tekrar sorma nedenimiz nostaljik bir gururu hayıflanarak hatırlamak ihtiyacı değil yalnızca. Zira Anadolu’nun kırmızı-siyahlı “eski” gururunun bugün İstanbul takımları karşısında artık istatistiklere de acımasız bir gerçek gibi açıkça yansıyan “zilletinin” nedenini anlamak ve çözümünü bulabilmek için de bu temel sorunun cevabını vermek bir zorunluluk haline gelmiş gibi görünüyor.
Elbette Gençlerbirliği’nin sahaya sürdüğü kadroların kalitesinin 2000’li yılların başındaki zirveye göz diken kadro ayarında olmayışı akla gelen ilk neden. Ancak unutulmamalı ki, kırmızı-siyahlılar bugünkü hiç olmazsa “eli yüzü düzgün” kadroya rahmet okutacak seviyede kadrolarla, hatta çoluk çocuktan, Samet Aybaba’nın deyişiyle “bebelerden” muhtelif yamalı onbirlerle de defalarca alt etti milyonlarca dolarlık İstanbul kadrolarını. Peki o zaman ne oldu? Mesele yalnızca kadro kalitesi olmadığına göre, Gençlerbirliği hangi özelliğini yitirdi ki, İstanbul’un korkuyla beklenen baş belası, 2-3 golle uğurlanan mazlum Anadolu takımı klasiğinin iflah olmaz temsilcisine dönüştü? Bana öyle geliyor ki bu talihiz dönüşümün altında, futbolcu kalitesinin düşüşünden çok daha derin bir neden, bir tür “kimlik” , daha doğrusu “kimliksizleşme” sorunu yatıyor. Gençlerbirliği’ni Gençlerbirliği yapan, içine doğduğu zorlu futbol ortamında “desteksiz” yaşamasını mümkün kılan hesapsız asiliğin yitirilmesi, eyvallahı olmayan “serseri” bir çocuktan “hesapçı” ve iddiasız bir memura dönüşülmesi beraberinde artık iyiden iyiye can sıkan bu sıradanlaşmayı getirdi. Gençlerbirliği’nin düpedüz kötü kadrolarla dahi debdebesi bol İstanbul takımlarına kafa tutmasının altında yatan neden, teknik direktörün kim olduğundan ve hangi futbolcu ile sahaya çıkıldığından bağımsız olarak ortaya konan, adeta kulüp kültürünün içine işlemiş bir futbol mantelitesiydi. Öyle ki “Gençlerbirliği rakip kim olursa olsun sahaya futbol oynamak, oynayarak kazanmak için çıkar!” cümlesi genci yaşlısı, ilgilisi ilgisizi yolu 90’larda Gençlerbirliği ile bir biçimde kesişmiş herkesin aşina olduğu bir ilkedir. Öyle ki bugünün Gençlerlilerinin hatırı sayılır bir kısmının İstanbul takımı muhipliğinden, Gençlerbirliği taraftarlığına doğru seyirtmesinin altında bu asi ruhun çekiciliği yatar. Herkes bilir ki, Gençlerbirliği zaman zaman yenilmeyi de göze alarak, bir tür sevimli cahil cesareti ile bildiğini oynar. Rakip kim olursa olsun, imkan ve şerait ne kadar namüsait mahiyette seyrederse seyretsin, Gençlerbirliği ön liberolarla ve stoperlerle kalesini kapatıp rakibi seyretmez. Gücü yettiğince oynar, masa başında isyan edemediği Anadolu takımı olmaktan kaynaklı o makus talihe hiç olmazsa sahada isyan eder.
İşte son 5-6 yılda hızla yitip giden bu kimliğin kaybı, İstanbul takımlarına karşı son yıllarda baş gösteren “ezikliğin” asıl nedenidir. Gençlerbirliği’ne 90’lı yıllardan itibaren futbol kamuoyunda da ayrıcalıklı bir yer edindiren bu “karakter” in erozyona uğraması, takımın futbol kültürü açısından “sürüye uyması”, sıradanlaşması, 90’lı yıllar boyunca satılan sayısız yıldız futbolcunun kaybının veremediği zararı verdi.
Haftasonu İnönü’de de bu kimlik kaybını kim bilir kaçıncı kez tescilleyen bir oyun izledik. Nasıl bazen artık gına getiren bir filmi, mazoşizm ile karışık hüzünlü bir aşinalıkla tekrar tekrar izlersek, Gençlerbirliği’nin bir Beşiktaş maçını daha “korkarak”, “sinerek”, “kendinden taviz vererek” , “başına geleceklere razı olarak” oynayışını da o şekilde izledik. Yine korku dağları beklemiş, daha bir hafta önce izleyenlere parmak ısırtan dinamik hücum futbolunun yerine, “bozmayı” önceleyen, Anadolu takımlarına son yıllarda habis bir ur gibi yapışan “ön libero talimatnamesi” ne harfi harfine uyan, “kadere razı”, “hesapçı” bir kurgu tercih edilmişti. Bunun doğal sonucu olarak 90 dakika boyunca tek bir poziyona dahi giremeden, İstanbul’a bir hoş seda bırakamadan, göze hoş gelir tek bir enstantane yapamadan yenilmenin hüznü yaşandı. Bir an için Ernst’in ofsayt kokan o talihsiz golünün olmadığını, maçın bezdirici bir sıfır-sıfırla son bulduğunu ve Gençlerbirliği’nin 90 dakika boyunca godoyu bekler gibi beklediği bir puanı aldığını düşünelim. Ne değişirdi? Evet belki kulübün “hesapçı” profesyonelleri aldıkları bir puanın “profesyonel” hazzını yaşarlardı. Ama inanın bu kulübü ve onun “teslim olmaz” kimliğini romantik bir bağlılıkla seven taraftar için bir mutluluk vesilesi ortaya çıkmış olmazdı.
Siz Gençlerbirliği’ni teknik ve idari olarak yönetenler; kulübü orta sıralardan ileri götürecek kadroyu kurmamaya, yıllardan beri beklenen o cesur adımı bir türlü atmamaya sebat etmiş olabilirsiniz, bilginiz ve beceriniz ancak en uçuk rüyalarımızda hayal edebildiğimiz “zirveyi” bize getirecek vizyon dönüşümünü yapmaya yetmeyebilir, hatta kendi vasatlığınızı bizim kaderimizmiş gibi sunmaya, “bütçeler arasında uçurum var biz ne yapalım?” diye masal anlatmaya devam da edebilirsiniz. Hepsine eyvallah !! Ama hiç olmazsa övündüğümüz, bu takımı sevme nedenimiz olan “kimliğimizi” bize geri verin. Korkularınızı, komplekslerini bizim asi ruhumuzun üzerine örtmekten vazgeçin….. Lütfen !