Gençlerbirliği'nin Alman teknik direktörü Thomas Doll, NTV Spor’dan Onur Erdem’in sorularını yanıtladı.
Türkiye’yle tanışmanız aslında bundan 20 yıl öncesine dayanıyor. 30 Kasım 1988’deki Türkiye-Doğu Almanya ve 12 Nisan 1989’daki Doğu Almanya-Türkiye maçlarında forma giymiştiniz. Almanya’daki maçta 2. golü atan Rıdvan Dilmen, bugün NTV ve NTVSpor’da yorumculuk yapıyor. Kendisini tanıyor musunuz?
Rıdvan Dilmen’i tabii ki tanıyorum. Kendisine de lütfen selamımı iletin. Zamanının en iyi futbolcularından biriydi. Çabuk, hızlı, seri ve driplingi kuvvetli bir oyuncuydu. İki maçta da bizi oldukça zorlamış, üstüne bize gol de atmıştı. O yüzden, kendisinin hatıralarımda çok da iyi bir yer edindiğini söyleyemeyeceğim.
Futbolculuk kariyerinizle ilgili neler söylemek istersiniz? Doğu Alman kökenli olmanız başlarda problem yaratmış mıydı?
Dönüp bakacak olursak, muhteşem bir kariyeri geride bıraktığımı söyleyebilirim. Aynı zamanda, çok acı zamanlar geçirdiğimi de… Bizim için hiçbir şey kolay olmadı. O yüzden, şansımın biraz yaver gittiğini söylemem mümkün. İki ülkenin de milli takım formalarını giyme fırsatı yakaladım. Hamburg’da senelerce oynayıp, başarılara imza attım. Ama dediğim gibi; o başarıları elde edebilmek benim için hiç de kolay olmamıştı.
Doğu Alman futbolu denince akla gelen ilk iki isim Matthias Sammer ve Thomas Doll. Futbolculuk döneminizde sürekli birbirinizle kıyaslanırdınız. Bu tarz bir rekabetin varlığını kabul ediyor musunuz?
Doğu Alman futbolundan bahsedeceksek, Thomas Doll ve Matthias Sammer’in yanı sıra Andreas Thom ve Ulf Kirsten’in de adını saymamız gerekiyor. Onlar da çok büyük futbolculardı. Doğu Almanya’dan geldikten sonra hepimiz kendimize bir yol çizmeye çalıştık. 1992 Avrupa Şampiyonası’nda forma giymek, bizi elbette onurlandırmıştı. Aramızdaki rekabetten öte, milli duyguları tatmaktı önemli olan. Şu anda da bakarsanız; Matthias Sammer Almanya Futbol Federasyonu’nda Sportif Direktör olarak görev yapıyor. Hepimiz iyi fırsatlar yakaladık diyebilirim.
Hansa Rostock altyapısından yetiştiniz, ilk yurt dışı deneyiminizi Lazio’da yaşadınız. Hamburg’un da keskin olmamakla birlikte siyasi bir açılımı var. Genelde sağ görüşlü takımlarda oynamanız bilinçli bir tercih miydi, yoksa günün şartlarına göre mi hareket etmiştiniz? Bir de budizmle ilgili olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Sporla politikayı birbirinden ayırmak her zaman mümkün olmuyor. Çünkü spor, dünya üzerinde insanları yakınlaştıran ve birbirine bağlayan bir olgu. Futbol da dünya ve insanlık genelinde büyük etki gösteren bir spor dalı. Bu yüzden, isteseniz de ikisini birbirinden ayırma şansınız olmuyor. Ama futbolu ya da başka bir spor dalını, direkt olarak siyasi etkinlik aracı gibi lanse etmenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Ben sadece, yaşadığım anı değerlendirmeye ve elime geçen fırsatları kullanmaya çalıştım, hepsi bu. Budizme gelecek olursak; beni çeken, düşünce tarzı, felsefesi ve insanlara yaklaşımı. Düşünsel yapısıyla ilgilendiğimi ve budizmle ilgili birçok kitap okuduğumu söyleyebilirim… Ama budist değilim…
Sizin döneminizde Alman futbolu daha güçlüydü sanki… Möller, Hässler, Klinsmann, Völler, Matthäus, Brehme gibi isimlerle birçok başarıya imza atmıştınız. Alman futbolunun bugününü sizin döneminizle kıyasladığınızda neler söyleyebilirsiniz?
Alman Milli Takımı’nın şu aşamada da iyi olduğunu söyleyebiliriz. Ama sizin de söylediğiniz gibi; geçmişteki Alman takımında, Matthäus, Klinsmann, Völler, Brehme, Möller ve Hässler gibi dünya futboluna damgasını vuran birçok oyuncu vardı ve bu oyuncular Alman Milli Takımı’nı ileriye götürmüşlerdi. Bugün de Michael Ballack ve Miroslav Klose gibi futbolcular ülke futboluna büyük katkıda bulunuyor. Tabii, eskisi kadar bireysel özellikleri kuvvetli ve güçlü bir takıma sahip olduğumuzu söylemek zor. Ballack, Klose, Lahm gibi futbolcular, dünya futbolunda elbette sizi ön plana taşıyabilir… Ama büyük şampiyonalarda, konuştuğumuz isimlerin başarılarını yakalayabilirler mi? Açıkçası zor görünüyor.
Akademiden yüksek bir diploma notuyla mezun olduğunuzu biliyoruz. Hamburg’daki ilk deneyiminizde de başarılı bir grafik yakalamış, son sıralardan aldığınız takımı, ertesi sezon Şampiyonlar Ligi seviyesine taşımıştınız. Peri masalı gibi başlayan Hamburg kariyerinizin neden kötü sonla bittiğini öğrenebilir miyiz?
Hamburg’un ikinci takımını çalıştırırken, A takımı çalıştırmam için teklifte bulunuldu. Benim için elbette önemli bir aşamaydı, çünkü profesyonel futbolda teknik direktörlük yapacaktım. Takımı ilk aldığımda alt sıralardaydık ama futbolcuların azmi, hırsı ve çalışma isteğiyle üst sıralara tırmandık. Futbolda, böyle şeyler yaşamak ve ve hissetmek sizi ileriye götürüyor. Bu, genç bir teknik adamın yaşayabileceği en güzel anılardan biriydi diyebilirim. Fakat sakatlıklar ve bazı oyuncularımızın bizi terk etmesi işleri zorlaştırdı. Genç ve amatör takımdan oyuncuları A takıma çıkartmak zorunda kaldık. Böyle bir senaryoda da düşüş yaşamamız kaçınılmazdı. Yine de orada yaşadıklarım ve edindiğim tecrübeler, her zaman için zihnimde yer etmeye devam edecek.
Dortmund günlerinize dönelim… Tatsız bir ayrılık yaşamıştınız. İstifa kararınız güvenoyu yoklaması mıydı? Yoksa ayrılmasaydınız kovulacağınızı mı düşünüyordunuz? Eğer öyleyse, 500 bin euro’luk tazminattan neden vazgeçtiniz?
Öncelikle, hiçbir zaman yaptığım sözleşmelerle ilgili detayları açıklamayı tercih etmiyorum. Dortmund’a gittiğimde takım çok kötü bir durumdaydı ve ligin dibine demir atmıştı. Ancak daha sonra toparlandık ve Avrupa kupalarına gitme fırsatının neredeyse kapısından döndük. Ertesi sezon, özellikle Almanya Kupası’nda başarılı bir performans sergiledik ve finale kaldık. Ancak ligde, işler istediğimiz gibi gitmedi ve sezonu 13. sırada tamamladık. En büyük problemim, stoper pozisyonundaki oyuncularımın istediğim performansı verememesiydi. Ben de yönetimden bu konuda talepte bulunmuştum ama talebim karşılanmadı. Sonuçta, sezon sonunda kulüp yetkilileriyle yaptığımız görüşmede, yolları ayırmanın en doğru seçenek olacağına karar verdik ve medeni bir şekilde birlikteliğimizi noktaladık.
23 Nisan 2008’deki basın toplantınızı sormak istiyorum. Bayern Münih ile oynadığınız kupa finalinin ardından düzenlediğiniz toplantıda çok agresif bir tutum sergilemiş ve ağır ifadeler kullanmıştınız. Bu da Alman basınında, sizin baskıyı kaldıramayan, kırılgan bir adam olduğunuza yönelik bir algı yaratmıştı. Türkiye tercihini yaparken, bir yandan da Almanya’daki bu ortamdan uzaklaşmak mı istemiştiniz? Gençlerbirliği de sakin bir kulüp olarak bilinir. Tercihinizde bu da rol oynamış mıydı?
O günkü konuşmamı, duygusal bir ruh haliyle gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Başta basın mensupları olmak üzere yöneticilerin de dahil olduğu bir grup, oyuncularıma ağır ve haksız eleştirilerde bulunuyordu. Haksız diyorum; çünkü onlar, yaşadığımız zorlukların farkındaydılar. Ama bugün düşündüğümde, bir daha öyle bir konuşma yapacağımı düşünmüyorum. Çünkü, o zamanlar genç bir teknik adamdım. Hala da genç bir teknik adam sayılabilirim ama böyle bir yaklaşımı bir daha hiç kimse, hiçbir yerde göremeyecek. O günkü şartlara dönecek olursak; Bayern Münih ile final maçına çıkacağımız gün, gazetelerde yerime geçecek teknik adam konusunda tahminler yapılıyordu. Siz de takdir ederseniz ki böyle haberler beni etkilediği kadar, oyuncularım üstünde de olumsuz etkiler yaratabilirdi. O yüzden çıkıp fikirlerimi söyledim. Ama bunu yaparken, duygusal yanımın ağır bastığını da kabul ediyorum. Gençlerbirliği’ne baktığımızda, medya baskısını görmüyoruz. Basın mensuplarının yaklaşımı sakin ama ben, basınla sakin ilişkiler kurmayı sevmiyorum. Basınla temas halinde ve iletişim içinde olmayı, fikir alışverişinde bulunmayı tercih ederim. Hamburg’da çalışırken, her gün 8 kameralı-20 muhabirli basın toplantıları düzenliyordum ve bu, beni besliyordu. O yüzden,Türkiye’de de basının Gençlerbirliği hakkında daha meraklı olması beni memnun edecektir.
Borussia Dortmund Almanya’nın hatta Avrupa’nın seyirci oranı en yüksek takımlarından biri. Türkiye’de ise –ki bu Gençlerbirliği için daha da geçerli- tribünlere seyirci gelmiyor. İki uç senaryoyu yaşamış bir teknik adam olarak, bu durumun avantaj ve dezavantajlarını anlatabilir misiniz?
Teknik direktör ya da futbolcular, her zaman tribünlerin tamamen dolu olduğu bir stadyumlarda oynamayı tercih eder. Örneğin, İstanbul’da Fenerbahçe ile tıklım tıklım tribünler önünde oynamıştık. Bunun hem kazanan hem de kaybeden takım için daha güzel olduğunu düşünüyorum. Almanya’daki statlara bakacak olursanız; 2006 Dünya Kupası organizasyonuyla birlikte hepsinin yenilendiğini ve modern hale getirildiğini görebilirsiniz. Tabii, statların dolu olması, fiziksel şartlar kadar insanların yaklaşımına da bağlı. Türkiye’de futbola ilginin artması için statların modernize edilmesi ve tribünlere gelecek ailelerin güvenlik kaygısından arındırılması gerekiyor. Zira, ailenizle stada gittiğinizde, büyük bir keyif almanın yanı sıra tribünlerin dolmasına da katkı sağlayabilirsiniz. Ayrıca, çok amaçlı statlarla yaptığınızda, futbol dışı aktiviteler yardımıyla insanlara stada gitme alışkanlığı kazandırabilirsiniz. Bunlar olduğu sürece, futbolun güzelliği de ön plana çıkıyor. Türkiye’de bu adımların atılması açıkçası beni memnun eder. Bir futbol adamı olarak, gerektiğinde 2 bin, gerektiğinde de 20 bin kişiye karşı oynamayı bilmelisiniz ama Gençlerbirliği tribünlerinin de her maç bir öncekinden daha fazla dolduğunu söyleyebilirim.
Türkiye’ye ilk geldiğiniz günlerde Alman basınında bir röportajınız yayımlanmıştı. Ankara hakkındaki açıklamalarınızda “Burada herkes kendi stiline göre araba kullanıyor!” demiştiniz. Buna alışabildiniz mi?
Türkiye’deki insanların araba kullanma stilini seviyorum. Açıkçası, benim hoşuma giden bir stil. 3 şeritli yolda nasıl 6 şerit yapıldığını İtalya’da oynadığım dönemde Roma’da görmüştüm. Belki futbolculuğumdan kalma bir alışkanlıktır, bilemiyorum. Ama sahada topla oynamayı sevdiğim gibi, trafikte de zikzak yapmak hoşuma gidiyor. Ama Türkiye’de, sürücülerin çoğu sağ ve sol dikiz aynalarını kullanmayı tercih etmiyor. Sadece önlerine bakıyor, sağlarında ve sollarında ne olup bittiğiyle ilgilenmiyorlar. Bir de yayalara biraz daha saygı gösterilse iyi olur düşüncesindeyim. Arabaları kendi stilinize göre kullansanız bile karşıdan karşıya geçmekte olan yaşlı bir bayanı ya da çocuklu bir anneyi gördüğünüzde yol vermeniz gerektiğini bilmelisiniz. Bunları yaptığınız takdirde çok fazla sorun yaşanacağını zannetmiyorum.
Türkiye’ye ilk geldiğinizde, Gençlerbirliği ile ilgili olarak “Burada 2 yılda 12 teknik direktör değişmiş. Böyle bir durumda bütün suç teknik direktörlerde olmasa gerek!” demiştiniz. Futbol kamuoyunda da İlhan Cavcav’ın teknik direktörlerle iyi anlaşamadığı kabul edilir. Kendisiyle iletişiminiz nasıl? Kulüpteki işleyişte, konuşmalarınızda olduğu kadar rahat mısınız?
İlhan Cavcav’la ortak noktamız, ikimizin de futbol fanatiği olması. Kendisinin futbolu ne kadar sevdiğini, futbola ne kadar düşkün olduğunu biliyoruz. Takımın geleceği ve izlenmesi gereken yol konusunda sık sık toplantılar yapıp fikir alışverişinde bulunuyoruz. Felsefe belirlemeye ve kesinlikle kısa vadede olmamak üzere, bizi ileriye götürecek, Avrupa kupalarına taşıyacak planlar yapmaya çalışıyoruz. Elbette, belli başlı görüş ayrılıklarımız oluyor ama ben çok açık sözlü biriyim. İlhan Cavcav da. Beklentilerini net şekilde paylaşmaktan hoşlanan ve ne istediğini bilen biri. Geçtiğimiz günlerde 75 yaşına girdi. Bu yaştaki bir insanın bu kadar çalışması, futbola ne kadar aşık olduğunu gösterir diye düşünüyorum. Aynıları benim için de geçerli. Açık sözlülüğüm bazen dikkafalılığa bile kayabiliyor ama futbol aşkı sayesinde ortak noktada buluşabiliyoruz.
Gençlerbirliği, hücuma yönelik futboluyla övgü alıyor. Siz futbol felsefenizi nasıl açıklarsınız?
Öncelikle, taktiksel beceri ve kapasitenizi, futbolcularınızın beceri ve kapasitesine göre ayarlamak zorundasınız. Bu işler maalesef futbolcunun fiziksel özellikleri ve futbol zekasına göre yürüyor. Tabii ki ben de çift santrfor, arkasında ’10 numara’ diye tabir ettiğimiz bir futbolcu ve baklava diziliminde bir orta sahayla oynamayı seven bir teknik adamım. Fakat elinizdeki futbolcuların kalitesi bunu oynamanızı engelliyorsa, bu sistemi uygulamanız mümkün değil. Gençlerbirliği’ne geldiğim günden bu yana, her antrenmanda gerek hücum gerekse savunma dizilişlerine yönelik çalışmalar yapıyoruz. Öğrenmeyi isteyen ve arzulu futbolcularım var. Neredeyse her gün kısa pas çalışmaları üstünde durmamıza rağmen hücuma çıkarken sık sık top kaybediyoruz. Bu gibi eksikleri giderdiğimizde, hücum ve savunma anlamında daha iyi noktalara geleceğimizi düşünüyorum. Ama bu, uzun vadede olabilecek bir şey. Bugün ya da yarın gerçekleşmesi mümkün değil. Günden güne, haftadan haftaya, çalışarak daha iyiye gideceğiz.
Oyuncularla iletişimi ön planda tutan bir teknik direktörsünüz. Almanya’da, futbolcularınızın size ‘Dolli’ ya da ‘Sen’ diye hitap ettiğini biliyoruz, hatta zaman zaman onlarla gece kulüplerine gittiğinizi de. Buradaki durumu sormak istiyorum… İstediğiniz ortamı yakalayabildiniz mi? Ayrıca, Gençlerbirliği’nde oyuncularınız size nasıl hitap ediyor?
’Siz’ diye hitap ediyorlar. Bahsettiğiniz dönemlerin bir daha tekrarlanacağını zannetmiyorum. Öyle bir zamanda yaşamıyorum artık. Teknik direktör olarak, oyuncularınıza ışık tutan, belli başlı şeyleri gösteren, onları yönlendiren bir kimliğiniz var. Tabii, dürüstlük de bu konuda itici bir kuvvet oluyor. Ama ben, futbolcuların arkadaşı değil, eğiticisiyim. Onlarla kahve içmek ya da gece kulübüne gidip müzik dinlemek gibi bir yükümlülüğüm yok. Belki bir kahve içebilirim ama bu, kapalı kapılar arkasında ve teknik ekibimin de katılımıyla belli bir amaç doğrultusunda olmalı. İletişim konusuna gelirsek; yardımcı antrenörüm zaten bu konuda bana gereken desteği veriyor. Bu anlamda bir sıkıntı duymuyorum. Örneğin, Almanya’da da Afrikalı futbolcularla anlaşmak için tercüman kullanmıştım. Sonuçta, futbol global bir oyun. Dilin çok büyük bir problem yaratacağını zannetmiyorum. Teknik direktör olduğunuz için oyuncularınızla aranıza bir mesafe koymanız gerekiyor. Daha önce de söylediğim gibi; ben onların dostu değil, teknik direktörüyüm. Geçmişteki tecrübelerim ışığında, aynılarının bir daha hiçbir yerde yaşanabileceğini ya da tekrarlanacağını düşünmüyorum.
Genç futbolculara fırsat tanıyan bir teknik adam olarak, Gençlerbirliği’ndeki öğrencilerinizi nasıl buluyorsunuz? Ayrıca, Borussia Dortmund’da görev yaparken Nuri Şahin ile çalışma fırsatı bulmuştunuz. Nuri’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genç futbolcularla çalışmak ve yeni oyuncuların kazanılmasına yardımcı olmak tabii ki sevindirici. Ama sırf iyilik olsun diye de onları oynatmamanız gerekiyor. Benim için önemli olan futbolcunun kalitesi ve kapasitesi. 18 yaşında ya da 32 yaşında olmuş fark etmiyor. Genç futbolcular için önemli olan, baskıyı nasıl göğüsleyebilecekleri. Futbolun içindeki baskıyla başa çıkabilmeleri gerekiyor. Bir teknik direktörün, bunu becerebilen bir oyuncudan faydalanmamak için hiçbir nedeni olamaz. Aksine futbolun geleceğinin kurtarılmasına katkıda bulunacağının farkında olmalı. Tabii, her insan gibi futbolcuların da karakter yapıları farklılık gösteriyor. Gençlerbirliği’nde birçok genç oyuncu var, keza Hacettepe’de de… Ve hepsinin, bugüne kadar iyi bir performans sergilediğini söyleyebilirim. Ben sadece, onların gelişimlerine ve kariyerlerine katkıda bulunmaya çalışıyorum. Önemli olan da bu zaten. Nuri Şahin’e gelecek olursak; Dortmund’da ilk sahneye çıktığında yeterli şansı bulamamıştı. Daha sonra Hollanda’ya Feyenoord takımına kiralandı. Feyenoord’un teknik direktörü, Almanya’dan tanıdığım Bert Van Marwijk’ti ve kendisine sık sık oynama fırsatı sundu. Bu, Dortmund’a dönünce belli bir sorumluluk almasını sağladı. Geçtiğimiz günlerde, 80 bin kişinin önünde sorumluluk alabildiğini gösterip penaltı atışını kullandı ve gole çevirdi. Bana göre Nuri, önemli bir mesafe kat etti ve çok iyi bir hedefe doğru ilerlemeyi sürdürüyor.
Geçtiğimiz günlerde Hikmet Karaman ile bir sorun yaşamıştınız. Karaman’ın, Cavcav’la birkaç görüşme yaptığı ve bu görüşmelerde Gençlerbirliği’nin hak ettiği yerde olmadığı, üst sıraları zorlaması gerektiği yönünde görüş belirttiği iddia edilmişti. Siz de buna tepki göstermiştiniz. İşin aslını bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Hikmet Karaman’ın, yaz döneminde İlhan Cavcav’la birkaç görüşme yaptığını ve bu görüşmelerin transferle ilgili olduğunu duymuştuk. Belki de bizim futbolcularımızdan bazılarıyla ilgileniyorlardı, bilemiyorum. Diğer söylentilerin aslı olup olmadığı konusunda ise net bir fikir sahibi değilim. Dediğim gibi; bunlar sadece duyumdu benim için. Kendisi beni aradı, medeni bir şekilde konuştuk. Bu konu hakkında üzüldüğünü ve anlatılanların gerçeği yansıtmadığını söyledi. Şahsen, kendisinin yaklaşımını doğru ve düzgün buldum. Bu haberleri ortadan kaldırmak, temizlemek istedi. Ben de kendisine fikrimi söyledim. Bahsi geçen konuşmalar gerçekse, Ankaragücü Teknik Direktörü olarak hem kendi takımının hem de Gençlerbirliği’nin taktiğiyle ilgilenip, iki takım hakkında fikirler üretmesinin futbol dünyası için bir ilk olacağını belirttim. O da gülerek cevap verdi. Önemli olan, iki teknik adamın erkek gibi oturup bu konuyu açıklığa kavuşturmasıydı. Konuşuldu ve bitti… Benim için bir problem yok.
Vatandaşınız Jürgen Röber’in takımı Ankaraspor küme düşürüldü. Röber’in durumunu ve görüşlerini merak ediyoruz. Ayrıca, siz Ankaraspor dosyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya üstünde, bunun bir eşi ya da benzerinin olduğunu zannetmiyorum. İtalya’da ya da Almanya’da böyle bir şey olsaydı, ceza olarak takımın 6-9 civarında puanı silinir, ama ligde yoluna devam etmesine izin verilirdi. Ayrıca, Ankaraspor’u ligden düşürdüğünüzde diğer takımları da etkiliyorsunuz. Ankaraspor’la karşılaşacak takım, 2 hafta maç yapmıyor. 3 puan ve 3 gol averajla galip sayılıyorsunuz ama maç trafiğiniz alt üst oluyor. Dediğim gibi; Ankaraspor için kötü bir durum ama aynı şekilde Jürgen Röber için de… Bu arada, federasyonun Ankaraspor’un Türkiye Kupası’nda yoluna devam etmesine neden müsaade ettiğini anlamıyorum. Böyle bir takımı nasıl motive edebilirsiniz? O kadar oyuncu Ankaragücü’ne gönderilmişken, kalanların motivasyonunu nasıl üst seviyede tutabilirsiniz? Gerçekten merak ediyorum.. Röber’e dönecek olursak; umuyorum ki en kısa zamanda yeniden çalışma imkanı bulur. Onun da bu durumdan rahatsız olduğunu biliyorum. Kendisiyle irtibat halindeyiz. Arada telefonda konuşup, dertleşiyoruz. Ankara’ya bir sonraki gelişinde daha detaylı şekilde konuşacağımızı umuyorum. Kulüpteki belirsizlik nedeniyle şu anda Berlin’de. O yüzden, son gelişmelerden ben de haberdar değilim. Ama bir sonraki kahve sohbetimizde öğrenirim.
Türkiye ile Almanya arasında, Derwall ile başlayıp bugünlere uzanan bir teknik adam hattı var. Alman teknik direktörlerin Türkiye’de bu kadar popüler olmasının sebebi sizce nedir?
Türk futbolunda, kulüp başkanlarının ya da yöneticilerin teknik direktör seçiminde Almanlara yönelmesi, Türk teknik adamlara saygısızlık yapıldığı anlamına gelmemeli. Sonuçta, Alman teknik direktörlerin ‘disiplinli ve düzenli’ olduğuna yönelik bir algı var. Ama bu Türk teknik adamlar tarafından lütfen yanlış anlaşılmasın. Almanya’da da farklı felsefelere sahip –mesela Hollanda orijinli- teknik adamlar görev yapabiliyor ve bu Almanya’dakilerin yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Bu sadece, kulüplerin başındaki isimlerin, karar mercilerinin tercihleri doğrultusunda ortaya çıkan bir durum. Senelerce Alman teknik adamlar Türkiye’de çalıştılar ve belli başarılara imza attılar. Kendilerinin Türk futboluna yaptığı katkı, bizlerin de önünü açtı. Onlar sayesinde buraya geldik diyebilirim. ‘Disiplin’ ve ‘düzen’e yönelik bir algı yaratmayı başardılar. Ama dediğim gibi; her teknik adam dünyanın her yerinde çalışabilir ve bunun sakıncası yoktur.
Turkcell Süper Lig’i dünya futbolunda nereye koyarsınız? Dışarıdan bir gözle, Türk futbolunun nasıl bir algı yarattığını düşünüyorsunuz?
Türk Ligi’nin Avrupa’da algılanma şekli tabii ki dört dörtlük değil. Futbolseverlerin, İngiltere-Almanya-İtalya-İspanya liglerine bakış açısıyla, Türkiye’ye bakış açıları birbirinden tamamen farklı. Çünkü, Türkiye’den sadece Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı tanıyorlar. Bu üç kulübün haricinde, diğer kulüplerin neler yaptığını, ligdeki konumlarını, kapasitelerini bilmiyorsunuz. Ve yurt dışında, bu ligdeki hiçbir maçı izleyemiyorsunuz. Böyle bir şansınız yok. O yüzden, Avrupa’daki futbolsevelerin çoğu, Türk Ligi hakkında bilgi sahibi olmakta zorlanıyor. Sadece, ‘3 Büyükler’in Avrupa kupalarındaki maçlarını -o da yayınlanırsa- takip edebiliyorlar. Ama Türk Milli Takımı açısından durum biraz daha farklı. Son dönemdeki uluslararası turnuvalarda gelen başarılar tanınırlık oranını arttırdı diyebiliriz. Oradaki bazı oyuncuların Avrupa liglerinde oynaması da insanlarda Türk futbolu adına bir algı yaratıyor. Ama Türkiye Ligi’ne daha kaliteli yabancılar geldikçe, oynanan futbolun ileri gittiğini, temponun yükseldiğini görebilirsiniz. Bursaspor-Fenerbahçe, Fenerbahçe-Galatasaray gibi maçlarda yüksek tempoya ulaşılabiliyor. Bunu lig geneline yaymayı başardığınız sürece, Avrupa bazında da tanınırlığınız artacaktır.
Frank Rijkaard, geçtiğimiz aylarda Türk futbolu hakkında “Her şeyden biraz var, ama hiçbir şey tam değil” demişti. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Türk futbolunu tanımlamak isteseniz, hangi terimleri kullanırsınız?
Ben başka bir teknik adamın görüşleri hakkında yorum yapmayı, başkasının makinist olduğu bir trene binmeyi tercih etmiyorum. Kendi trenimi, kendim sürebilirim diye düşünüyorum. Türk futbolcusunun, teknik açıdan iyi bir kapasiteye sahip olduğunu biliyorum. Ancak, bu ligde ‘3 Büyükler’, birbirleriyle oynadıkları maçların dışında yüzde 60 kapasiteyle maç kazanabiliyor. Fakat bu kapasiteyi, Avrupa maçlarına aktarmak istediklerinde sonuç bekledikleri gibi olmuyor. Türk futbolcular, Avrupa’nın her yerinde forma giyebilir ve oradaki seviyeye alıştıklarında Türk Milli Takımı için de önemli işler başarabilirler. Bunların hepsini büyük bir kazanın için koymalı ve dışarıdan bir bütün halinde gözlemelisiniz. İçinden zayıf noktalarınızı çıkarıp onların üstüne yoğunlaşmanız gerekiyor. Bir genelleme yapıp, bütün parçaların zayıf olduğunu söylemek bence yanlış olur. Belki tempo düşüklüğünden bahsedebiliriz ama o da çalışmayla düzeltilebilecek bir eksiklik.
Almanya’da yaşayan Türk futbolcular, eskiden Türk Milli Takımı’nı tercih ederken, bugün baktığımızda gurbetçi futbolcuların tercihlerinin Alman Milli Takımı’na kaydığını görüyoruz. Siz, bu dönüşümü nasıl açıklarsınız?
Açıkçası bu konuya farklı pencerelerden bakmak gerekiyor. Bunu etkileyen birçok faktör olabilir. Bir ülkede doğup büyüyorsunuz ve kendinizi o ülkenin gelenek görenekleriyle şekillendiriyorsunuz. Damarlarınızda Türk kanı akıyor olsa da farklı bir ülkede büyümek sizi farklı kararlara itebiliyor. Sonuçta, arkadaşlarınız ve yakın çevreniz sizinle aynı milliyetten olmayabiliyor. Ayrıca, bunun bireysel bir seçim olduğunu da anlamak lazım. Altıntop kardeşlerin hangi gerekçeyle Türk Milli Takımı’nı seçtiğini bilmiyorum. Tıpkı Serdar Taşçı ve Mesut Özil’in neden Alman Milli Takımı’nı seçtiğini bilmediğim gibi… Böyle bir duruma geldiğinizde, iki tarafın size verebileceklerini tartıyorsunuz ve bunun sonucunda bir karara varıyorsunuz. Fatih Terim, zamanında Serdar Taşçı ve Mesut Özil’i ikna etmek için büyük çaba gösterdi. Bu Alman basınında da geniş yer bulmuştu. Ama Özil ve Taşçı kararlarını verirken belki Alman tarafları daha ağır bastı, belki o formayı giymek, o bayrağın altında mücadele etmek istediler. Jermaine Jones da farklı bir örnektir mesela. Alman Milli Takımı’na birkaç kere davet edildi ama düzenli olarak görev bulamayacağını anladığında Amerika Birleşik Devletleri adına oynamaya karar verdi. Bu, o zamanki istek, arz ve talebe bağlı bir şey. Dediğim gibi; bu bireysel bir karar. Şansınızı nerede daha yüksek görüyorsanız ya da hangi tarafınız ağır basıyorsa ona göre karar veriyorsunuz.
Son olarak, sizden bir reçete isteyeceğiz. Türk futbolunda gördüğünüz en büyük eksiklik nedir? Ve bu sorunun çözümü için neler önerirsiniz?
Bana göre çözüm milli takımdan ve onu besleyen alt takımlardan başlıyor. Milli takıma form düzeyi en yüksek oyuncuların yanı sıra gençleri de monte ettiğinizde takımınızın gelecekte iyi yerlere geleceğini öngörebilirsiniz. Bu, daha sonra liginize de yansıyacaktır. Ama bunu yapabilmek için, temele inmeniz gerekiyor. Çeşitli merkezler kurmalı, bu merkezlerde futbolcu adaylarını fiziksel ve teknik açıdan günlük çalışmalar yardımıyla yönlendirmelisiniz. Koordinasyon, çabukluk, esneklik gibi temel futbolcu gereksinimleri üstünde durmalı, altyapıdan itibaren bu kültürü özümsemelerini sağlamalısınız. Her gün taktik ve teknik eğitimler vermeli, gelişimlerine yardımcı olmalısınız. Böylece, Türk futboluna katkı sağlayabilirsiniz. Bu ülkenin tarihine baktığınızda, Atatürk’ün yol gösterici sözlerini görebilirsiniz. Çok çalışarak bir sistem oturtmalı ve en temele kadar inebilmelisiniz. Bizim Almanya’da yaptığımız gibi, yetenekli çocukları erken yaşlarda keşfedip, doğru şekilde eğitmelisiniz. Ve en önemlisi; bunu yaparken, çocukları iyi yetişmiş eğitmenler ve teknik direktörlere teslim etmeli, babaların eline bırakmamalısınız. Yetiştirdiğiniz oyuncular, edindikleri bu kültürü ileride kendi takımlarına yansıtacak ve milli takımınız da bundan kazançlı çıkacaktır. Futbola bir şeyler katmak istiyorsanız bir felsefe geliştirmelisiniz. Bu sayede, son yıllarda elde ettiğiniz başarıları sürekli hale getirebilirsiniz. Bu yolda en büyük ihtiyacınız ise zaman olacaktır. Dediğim gibi; temelden başlamalı ve çocuklarınızın iyi eğitmenlerin elinde büyümesini sağlamalısınız.
Okuyucuların Tercihi
Copyleft 2015 - klasspor.com. "İnsan beyninin ürettiği hiçbirşey bize ait değildir." Klasspor editörleri ya da yazarları tarafından üretilmiş tüm haberleri, yazıları, fotoğrafları ve videoları sormadan, kaynak göstermeden kullanabilirsiniz.Kaynak gösterirseniz o sizin güzelliğiniz olur. Göstermeyene küfür, gösterene teşekkür etmiyoruz.
klasspor.com basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir.
Sitemizde yapılan tüm yorumlardan yazarları mesuldür. Boşuna hukuki süreç yaşamamak için biz kontrol etmeye çalışıyoruz ancak gerekli durumlarda IP adresleri "Aman tanıdıktır" diye düşünülmeden savcılara verilebilir.